Giriş
İçinde yaşadığı çetin coğrafya şartlarına sabırla direnen bölgemiz insanına Yüce Rabbimiz büyük nimetler lütfetmiştir. Geçimini temin etmek için gece gündüz çalışan ve Allah’ın bahşettiği üstün zekâ ve diğer yetenekleri azim ve iradesi ile birleştiren yöre insanı, pek çok sıkıntıyı aşmış ve pek çok zorluğu kolay kılmıştır. İspirlideki başarının dinamiklerini de, iman ile iradenin, akıl ile çalışma azminin ahenkli bir kaynaşmasının tezahüründe aramak gerekir.
Şurası da bir gerçektir ki Çoruh Vâdisini iki taraftan ihata eden yüce dağlar, buna bağlı olarak da zirai ekonomiye elverişli olmayan İspir coğrafyası, İspirlinin azim ve iradesine dar gelmiş ve onu, sıkıştığı bu vadiden çıkarak Türkiye’nin hatta dünyanın her tarafına dağılmaya icbar etmiştir. Üstün yeteneklerini değerlendiren ispirli, ülke içinde ve dışında işadamı olmuş fabrikalar kurmuş; vali olarak devlet hizmetinde bulunmuş, ilim adamı olmuş, komutan olmuş, el attığı her dalda başarılı olmanın onurunu yaşamıştır. Ancak vefâ örneği olan bu güzîde insanlar, uzun zaman ispir’den çok uzaklarda yaşamalarına rağmen ispir’i ve ispirliyi unutmamış, onu her zaman gönüllerinde yaşatmış, kısaca bu hicran ile yaşamışlardır, insanımızın bu üstün meziyeti de bireysel ihtiraslarının zebunu olmamasının, yaşamadan ziyade yaşatmanın, insanlığa faydalı olma inancının bir tezahürüdür.
Tebliğimde İspir bölgesinden yetişmiş muayyen bir din âliminin hayatını, eserlerini ve etkilerini detaylı olarak ortaya koymak yerine, bu önemli konuya giriş sadedinde ispir’den yetişen âlimlerin tespit edilmesinin ve tanıtılmasının önündeki engellere kısaca temas etmeyi ve bölgenin ilmi haritasının ortaya konulmasında dikkate almamız gereken bazı hususlara dair bazı metodik mülahazalarımı sizlerle paylaşmayı tercih ediyorum.
Âlimler, içinde temayüz ettikleri toplumların ma’şerî vicdanının tezahürleridir. Devletler ve milletler, bu bilgin ve bilge insanların fikirlerinin ışığında kurulur ve somutlaşır. Milletler, karşılaştıkları tehdit, tehlike ve bâdirelerden, yine kendilerini milletlerine adayan bu milliyetperver insanlar sayesinde kurtulur. Bu bakımdan âlimler, kendi milletlerinin sadece tarihine değil, istikbaline de ışık tutan kandilleri, şahlanan iman ve iradeleri, gerektiğinde kanayan vicdanlarıdır. Milletlerin bekâsı, yetiştirdiği âlimlerinin bekasına bağlıdır. Başka bir ifade ile milletler, âlimleri oranında var veya yoktur.
İslâm dininin ilme verdiği kutsiyeti ön plana alarak ilim terimini, ayırım yapmaksızın hem dînî hem de teknik ilimleri kapsamak üzere geniş anlamıyla kullanıyorum. Zira İslâm'ın ilim telakkisinde mütehassıs bir hekim veya uzman bir mühendis de tıpkı bir müfessir veya fakih gibi âlim olarak değerlendirilmektedir. Bütün ilimler Yüce Allah’ın insanlara lütfettiği ilim sıfatının tezahürü olduğu için bunları dînî - gayr-i dînî biçiminde bir ayırıma tâbi tutmak kanaatimizce isabetli değildir. Netice itibariyle müfessir, İlâhî vahiy olan Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini; tabip veya mühendis ise Yüce Allah’ın insana ve kâinata koyduğu mükemmel düzeni, kâinat laboratuarını (kevnî/kozmolojik ayetleri) anlamaya ve açıklamaya ve insanlığın istifadesine sunmaya çalışmaktadırlar. Bu bakımdan bütün âlimler ayetinin muhatabı olmada ortak kabul edilmektedirler.
İlmiyye Literatüründe Yer Alan İspirli Âlimler
Tarih boyunca bölgemizden ve ilçemizden, ünü İspir’i ve Erzurum’u aşarak İmparatorluğun başkenti olan İstanbul’a taşan büyük âlimler yetişmiştir. Rahmete vesile olması niyazıyla (teberrüken) bunların sadece bir kaçının ismini zikredeceğiz.
OsmanlI Devletinin kurucusu olan Osman Gazi döneminde başlayan, Orhan Gazi döneminde sürekli olarak icra edilen ve özellikle I. Murat döneminden itibaren de her yıl ramazan ayında vakit bulundukça her gün, ramazan dışında ise padişah iradesiyle devletin seçkin âlimleri, dönemin padişahının huzurunda (huzûr-i hümâyun)’da toplanarak seçkin bir müfessir tarafından Kur’ân-ı Kerim’den bazı sûrelerin tefsiri okunur, yine imparatorluğun seçkin bilginleri tarafından müzakere edilirdi. Sultan III. Mustafa döneminde bu uygulama sistemli olarak düzenlenip kurumsallaştırmıştır. 1172/1758 tarihinden itibaren Osmanlı devlet teşkilatında “Huzur Dersleri" ismi ile yerini alan bu müessese, bünyesinde teşkil edilen ulemâ meclisleri marifetiyle önemli İlmî faaliyetler gerçekleştirmiştir. Huzur Dersleri ile ilgili kayıtlardan tespit edebildiğimiz kadarıyla, Padişahların da bizzat katıldıkları bu İlmî mübâhase ve müzâkerelere, dönemin İstanbul Medrese (Üniversite) lerinde seçkin öğretim üyeleri ( müderris) olarak görev yapan ispirli bilginler, sadece birer dinleyici ( muhatap) olarak değil ders anlatıcısı ( mukarrir) sıfatıyla aktif olarak katılmışlardır. Hicri 1194 de “ Üsküdar Mollalığı" makamını ihraz eden ispirli Ömer Efendi ile 1280 tarihinde vefat eden İspirli Ali Efendi İmparatorluğun bu seçkin âlimleri arsında yer almaktadır.
İslam akâid (inanç) sisteminin iki büyük damarından (ecole) ( eş’arîlik- mâturîdilik ) birisini oluşturan Mâturidîliğin Anadolu’ya yerleşmesinde de ispirli âlimlerin önemli katkıları olmuştur. Erken sayılabilecek Osmanlı dönemi kelam literatüründe bu alanda isimli önemli eseri ile Kâdîzâde Muhammed Arif b. Muhammed el-ispîri’nin6adını görüyoruz. Bu İspirli âlimin vefatı 990/1582 tarihine, yani imparatorluğun ilimde de zirvede olduğu döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde OsmanlIda dînî ilimlerde Şeyhülislam Kemal Paşazâde (İbn Kemâl), Zenbilli Ali Cemâlî ve Ebussuûd Efendi vb zirve bilginler vardır. Bunlar arasında ispirli âlimler de yer almaktadır.
İspir’den yetişip Erzurum’da, Trabzon’da konaklayan, buralardan da İstanbul'a giderek Âsitâne’yi mekân tutan, padişahlara hocalık ederek büyük itibar gören ve Eyüp Sultan, Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet ve Büyük Ayasofya gibi “selâtîn câmileri” nde müderrislik yapan, padişahların huzurunda Cuma hutbeleri okuyan ve yaşadıkları dönemin Şeyhülislamlarına “ders vekilliği” yapan İspirli âlimler vardır.
İspîrî Şeyh Ali b. Sâlih b. Davûd Efendi7 (vefatı, 1103/1691) ile reisü’l-meşâyih ve reîsü’l- müfessirîn ispirîzade Şeyh Ahmed Efendi 1143 (1730) 8; yaşadığı dönemde tâcu'l-muhaddisîn ve reîsü'l-müfessirîn unvanlarını ihraz eden ispiri Şeyh Ali’nin damadı Mustafa Efendi9 ve İspirîzade Şeyh Osman Efendi10, bu gurupta yer alan âlimlerimize örnek verilebilir.
Aslen İspirli olup ispir’deki eğitiminden sonra İstanbul’da meşhur Kazâbâd'lı hocaya öğrencilik yapan sonra Erzurum’a dönerek uzun yıllar Erzurum müftülüğünü der uhde eden ve eden pek çok yazma eseri hâlen Erzurum müftülüğünde korunma altına alınan Kâdîzâde Muhammed Efendi11,ismi halen Erzurum’da yaşayan bilginlerimizdendir.
Azerbaycan Karabağ’dan İspire teşrif eden, uzun yıllar Erzurum-Hatuniye Medresesinde müderrislik yapan, bu nedenle de Erzurum’dan yetişen ekser ulemânın icazet silsilesi kendisinde sona eren (yani hocaların hocası olan) ve önemli eserleri bulunan Karabekir nâmıyla maruf Ebûbekir el-İspîrî12de bölgenin saygın alimleri arasında yer almaktadır.
Erzurum Çifte Minareli Medrese’de (Hatuniye Medresesi) ve Yazıcızâde İbrahim Paşa Medresesi’nde müderrislik yaptıktan sonra 1170/1756 tarihinde Erzurum müftüsü olan ve meşhur İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Farsça hocası olan Ebûbekir el-ispîrî Efendinin oğlu Hâzık Muhammed Efendi13,edip fakihlerimizden birisidir.
Çörmeli deresinden, Erzurum’a, oradan da Amasya’ya giderek eğitimini tamamladıktan sonra Erzurum’a dönüp müderrislik yapan ve ______________ diyecek kadar fakih olan İspirli Hüseyin
efendi de müdekkik bir âlimdir.
Döneminin fıkıh otoritesi olduğu için, akranı arasında “zamanının imam-ı azami” olarak yâd edilen ve Erzurum’a teşrif eden Rûhu’l-Meâni sahibi Bağdatlı meşhur müfessir Seyyid Mahmud Âlûsi’nin takdirini kazanan, Erzurum müftüsü ispir’li Cemâlüddin Ömer Fadıl Efendi15, ismi hafızalardan silinmeyen alimler arasında yer almaktadır.
İspirin Karakoç köyünden olup, tahsil hayatından sonra Sırp ve Karadağ savaşlarında fiilen mücâhid olarak yer alan, savaşan savaştan sonra da Erzurum Caferiyye Câmiinde ömrünü hafız yetiştirmekle geçiren ve 1325 tarihinde vefat eden Şeyhu'l-Kurra Mustafa Niyazi efendi, 16 büyük gönül adamı Hâşiîzâde Hacı Ali Efendi 17, “Yetim Hoca” lakabıyla maruf Mustafa Zihni Efendi 18 ve diğer OsmanlI dönemi ispir ulemâsını isim olarak bile zikretmek bile bir tebliğin sınırlarını aşar.
Devletin Sivil-Askerî Bürokrasisindeki İspirli Asker İdareci ve Din Âlimleri
Osmanlı Devletinde yetişip her biri kendi sahasında temayüz edip zirveye çıkan komutanlarımız, vali paşalarımız, dîvân sahibi edip ve şairlerimiz de az değildir, imparatorluğun başkenti İstanbul’da 1163/1749 tarihinde “yeniçeri ağalığı” (bir bakıma OsmanlI Kara Ordusu Komutanlığı) makamına kadar yükselen İspirli Ebu Bekir Paşa’nm oğlu Tarpunizade Numan Ağa19; büyük edip ve siyaset felsefecimiz, Amasya ve Adana valimiz Kerap’lı Ziya Paşa20 gibi iki isim bile İspirlinin sadece dini ilimlerde değil siyasi, idari, askeri, hukuki alanlarda da önemli simalar yetiştirdiğinin karinesidir. Ancak uzmanlık alanımızın dışında kalan bu güzide şahsiyetlerin hayatları, eserleri ve hizmetlerinin bu sahanın uzmanları tarafından incelenip takdim edilmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz.
OsmanlIdan cumhuriyete geçiş sürecinde de çok önemli siyasi fonksiyonlar icra eden ispirli âlimlerimizin bulunduğunu müşahede ediyoruz. Birinci Dönem Erzurum milletvekilimiz ispirli Yeşil zade Hoca Muhammed Salih Efendi21, bu hususa verilebilecek en güzel örneklerden birisini oluşturmaktadır. Muhammed Salih Efendi 1292/1877’de İspirde doğmuş, Erzurum’da eğitim gördükten sonra fiilen 1897 Yunan savaşma katılmıştır. Savaştan sonra Bursa’ya yerleşen Salih Efendi, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine “Redd-i İlhak Cemiyeti’ni kumuş ve Bursa Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanlığını üstlenmiştir. Salih Efendi, Anzak isyam’nın bastırılmasına fiilen katılmış ve cephelerdeki üstün hizmetleri nedeniyle TBMM tarafından kırmızı-yeşil madalya ile taltif edilmiştir.
Resmî kayıtlara göre 1304-1318 ( 1886-1900 ) tarihine kadar Kerap’lı Davut Efendi22, İspir müftüsü olarak görev yapmıştır. Birinci Dünya savaşı ve sonrasında ispirin Ermeni mezalimine karşı gösterdiği kahramanlıklar halen dillerde dolaşan inayet’in Osman’ın da aynı köyden olup müftü efendi’nin akrabası olduğu ifade edilmektedir.23 Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında ispir’in gençlerini teşkilatlandırarak ilçenin Ermeni zulmüne maruz kalmasını engelleyen dönemin Ispir Müftüsü Mustafa BAŞKAPAN’ı rahmetle anıyoruz.
Erzurum Vilayet Sâlnamesi’ne göre 1326/1908 yılında ispir müftümüz Hamid Efendi; 1925-28 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sâlnâmelerine göre ise Hafız Muhammed Salih Efendi’dir,
1316/1898 yılında ispir kadısı olan ve daha sonra kurtuluş savaşı sürecinde Erzurum Vilâyât-ı Şarkiyye Müdafa-i Hukuki Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi başkanlığını yapan ve Erzurum Kongresinin manevi mimarlarından olan son Osmanlı Meclisi-i Mebusanı Milletvekili Muhammed Raif Efendi (Hoca Raif Dinç)’in ve Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nda milletvekili olarak Erzurum’u temsil eden ve Erzurum Kongresi’nin toplanmasının bir diğer manevî mimarı olan İspirli Muhammed Nusret Efendilerin isimlerini de hayırla yâd etmemiz gerekir.
Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete geçiş sürecindeki müftülerimizden de kısaca söz etmek isterim. Milli mücadelenin başarıya ulaşmasında en önemli adımlardan birisini, Damat Ferit Paşa hükümetinin hazırlattığı fetvaya karşılık olmak üzere hazırlanan fetva oluşturmaktadır. Dönemin Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi tarafından hazırlandığı için Ankara Fetvası olarak isimlendirilen ve Milli Mücadeleyi meşrû hatta elzem gören bu fetva, Anadolu’nun seçkin 150 müftü- âlim tarafından imzalandıktan sonra neşredilmiştir24. Bu imzalardan birisi de İspir müftümüz merhum Çöbürgensli Ahmed Necati Beyefendi’ye aittir25 1925-1926 1926- 1927;1927-1928 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sâlnâmelerine göre, 1925-1928 yıllarında İspir Müftüsü Hafız Muhammed Efendi’dir26. Bu yıllarda Erzurum İl Müftülüğünü Sadık (Solakzâde ) Efendinin der-uhde ettiği kaydedilmektedir.
Konu İle İlgili Metodik Bazı Mülâhazalar
Evet, bir bölgenin âlimlerinin tespit ve tescili, aynı zamanda o bölge insanının dünya görüşünün, medeniyetinin yani tarihinin mimari anlayışının, iktisadi ve sosyal hayatının kısaca insanlığının tespitidir. Bu bakımdan tarihe mal olmuş karakter timsali bu güzel insanların yeni nesillere aktarılıp tanıtılması için gereken çalışmaların yapılması bir hak değil, îfa edilmesi gereken ağır bir sorumluluk hatta yükümlülüktür. Devletimizin ve milletimizin bekasında bu güzide isimlerin yeni nesillerimizin hafızasında diri tutularak yaşatılmasının hayati önemi bulunmaktadır. Ne var ki sadece İspir’den değil, genel olarak Erzurum bölgesinden yetişen alimlerin ve diğer tarihi şahsiyetlerin tam olarak ismen tespit edilmesi bile zorluklar arz etmektedir. Kanaatimizce bunun pek çok sebebi bulunmaktadır. Bunlara da kısaca temas etmek isterim.
I. Türkler hareketli, her an mobilize olmaya müsait dinamik bir millettir. Anadolu’nun ebedi yurt edinilmesinden önce de sürekli hareket halinde olmuş, değişik coğrafyaları vatan edinmişlerdir. Bu bakımdan tarih boyunca nerede insan varsa orada Türk, nerede Türk varsa orada Erzurumlu ve doğal olarak da ispirli vardır. Ancak bugün, dün haline gelince mazi olup tarihin konusu olmakta, tarihe konu haline gelen kişi, olay ve müesseseler ise kaydedilmediği takdirde yokluğa mahkûm olmaktadır. Burada bir gerçekliğe daha temas etmek gerekir ki Türk milleti, fıtratı ve karakteri itibariyle tarih yazmaya değil yapmaya daha çok istidatlıdır. Bu bakımdan Milletimiz, genellikle tarihin yazıcısı değil yapıcısı (faili) yani öznesi olmuştur. Kısaca Türkler büyük tarihî olaylarda, dışarıdan bir gözlemci ve nakledici değil, aktif bir taraf konumundadırlar.
Sözlü-şifahî nakiller hiçbir zaman yazılı belge gibi kesin hüccet niteliği taşımaz. Kaydedilmediği için bugün nice bilginlerimizin mezarını değil ismini bile bilemiyoruz.2 OsmanlInın bu konudaki devlet bilinç ve hassasiyetini takdirle yâd etmek zorundayız. Ancak Osmanlı Devletinin Resmî Arşiv Belgeleri, Devlet Salnameleri, ilmiye Salnameleri, Şer’iyye Sicilleri, Ceride-i ilmiye, Vilayet Salnameleri ve nispeten yarı resmi nitelik taşıyan Şakayık ve Zeyilleri, Sicilli Osmânî ve diğer belge ve kaynaklarda biyografileri ele alınıp kısaca tanıtılan âlimler bile, ulemâmızın tespiti için yeterli olmadığını belirtmek gerekir.
II. Bencil ( egoist) olmayan bölgemiz insanının biz olma bilinci yüksektir. Bir İspirli, ilçede ispirlidir ama Erzurum dışına çıktığında kendisine sorulan “nerelisiniz” sorusuna verdiği cevap, “ispirli” değil, “Erzurumlu” olur. Bu bakımdan gerek Kâtip Çelebi’nin Keşfu'z-Zunûn’unda gerek Taşköprüzade’nin eş-Şakâiku’n- Nu’mâniyye’si ve bu esere yapılan tercüme ve Zeyl’lerde, gerek Muhammet Süreyyâ'nın Sicil-i Osmânî’sinde, gerek Şemsüddin Sâmi’nin Kâmûsu’l- A’lâm’ında ve Devletin resmi birer yayını olan ilmiye Sâlnâmesi, Sâlnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye ve Vilayet Sâlnameleri ve Medrese Mezuniyet Kayıtları vb. resmi ve diğer kaynak ve yayınlarda pek çok ispirli âlim muhtemelen ispir’e değil Erzurum'a nispet edilerek yer almaktadır. Bu bir vakıadır. Ancak bu durumu bir nâkilse olarak da görmemek gerekir. Çünkü İspirli, Erzurum gibi çok üstün meziyet ve hususiyetleri ile gönlümüzde taht kuran bir şehre mensubiyetten her zaman onur duymuştur ve duyacaktır.
III. Genel olarak bölgemizin insanı, içinde fırtınalar kopsa da kolay kolay iç dünyasını dışına yansıtmayan ummanlar gibidir. Yani Erzurum insanı genellikle çekingen ve utangaç mizaçlıdır. Ulemâda daha bariz olarak dikkati çeken bu hususiyet, âlimlerin aldığı dinî ve ahlaki terbiye ve yetişme tarzından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle âlimlerimizin; genellikle sessiz ama vakur, boş söz {mâ lâ ya’nf) konuşmaktansa, susmayı tercih eden, kendi kendini methetmek hatta kendinden söz etmek bir yana, başkaları kendilerinden söz ettiğinde sıkılan, rahatsız olan bir halet-i rûhiyeye sahip olduklarını belirtmemiz bir hakşinaslık olur.
İlmiyye sınıfı “kerameti kendinden menkul” şöhret düşkünü sıradan insanlar değildir. Esasen ulemânın methedilmeye ihtiyacı da yoktur. Çünkü onlar şöhretin değil, ulvi bir misyonun hizmetkârlarıdır. Bu itibarla âlimlerin pek çok meziyetlerinin tespit edilmesi de zorluklar arz etmektedir. Milletin ma’şerî vicdanının kendilerinde inkişaf edip tezahür ettiği bu seçkin (sır ) insanlar, ancak kendileri olmaksızın aşılması imkânsız olan zor durumlarda şahsiyetlerini zorunlu olarak (mecburen) izhar ( bir bakıma deşifre) ederler. İstiklal şairimiz merhum Mehmet Akif bu durumu kendi şahsında şu duygusal ifadelerle terennüm etmektedir.
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulayı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir.
Bu durum, sadece ulemânın değil, genellikle bölge insanının da nev’i şahsına münhasır (tipik) bir liderlik özelliğidir. Karakter âbidesi, bu sessiz, sakin fakat vakur insanların şöhret olma ya da başkalarının medh-u senâsından nemâlanma gibi bir basitliliğe ihtiyaç duymayacakları kuşkusuzdur. Meçhul kalmış kahramanları, âlimleri malum kılmak uzun ve yorucu çalışma gerektiren bir iştir. Hele bir de tarihe mal olmayı, sessiz kalmayı, sırf Allah rızası için çalışmayı ve emeğinin karşılığını sadece Allahtan beklemeyi ve ebediliği dünyada meşhur olmaya tercih eden bir millet için bu durum daha zordur. Bu güzide insanlar
"Künyem taştan silinsin silinmesin ne çıkar
Dost düşmanım sevinsin sevinmesin ne çıkar
Ölürsem iman ile Kur'an’ım ile bana kâfi,
Meçhul olsun mezarım, bilinmesin ne çıkar”
demeyi tercih ederler. Bu bakımdan tevazu örneği pek çok ispirli âlim hemşerilerimiz, kendi yakın çevresinde bile keşfedilemeden yıldızlar misali fani dünya semasından sessizce kayıp ebediyete intikal etmişlerdir.
IV. Çoruh vadisi, coğrafi bünye itibariyle de esasen küçük ilçelere bölünmeye müsait/elverişli değildir. Bölgede yer alan ilçelerin sınırlarının idari zaruretten kaynaklandığı kuşkusuzdur. Başka bire ifade ile bölgenin beşeri ve fiziki coğrafyasını kesin ve belirgin çizgilerle ayırmak imkânsız gözükmektedir. Çünkü her ilçe merkez kabul edildiğinde diğer ilçeler, bu merkezi bütünleyen organik bir yapı arz etmektedir. Gerçekten bu bölgenin, beşeri ve coğrafi yapısıyla, nev-i şahsına münhasır şivesiyle, zengin kültürüyle, etnisitesiyle, homojen bir yapı arz ettiği görülmektedir. Bu bakımdan, sadece coğrafi-jeolojik yapısı itibariyle değil, ilmi coğrafyası itibariyle de ispir’i, Bayburt’u, Yusufeli’ni, Tortum’u, Olur ve Oltu’yu, Narman’ı kısaca Erzurum bölgesinin beşeri ve fiziki coğrafyasını bir bütün halinde değerlendirmenin daha isabetli olacağı kanaatindeyim.
V. Erzurum bölgesinin önemli bir parçasını oluşturması ve özellikle Orta Asya ve Kafkaslar ile Anadolu arasında önemli bir köprü ve geçit koridoru olması itibariyle Çoruh Vadisi 31 ve İspir, sadece Anadolu’nun maddi fethi ve Türkleşmesi açısından değil, Orta Asya Hanefiliğinin Anadolu’ya intikalinde ve İslamlaşması sürecinde de önemli görevler icra ve îfa etmiştir.
Anadolu’nun İslam ile en erken tanışan bir coğrafyası üzerindeyiz. Daha Hz. Ömer (r.a.) döneminde İslam ile tanışan bu bölge32, özellikle Doğudan Batıya doğru seyreden Oğuz akın ve göç dalgalarında daha önce bölgeye yerleşen Kıpçak Türklerinden itibaren hep han sahibi olmuş, pek çok insanı ev sahibi olarak konuk edip ağırlamıştır. Bu bakımdan Orta ve Batı Anadolu'da yetişen pek çok âlimde nisbî de olsa Erzurum’un payı bulunmaktadır. Başka bir ifade ile göç dalgasının sürekli olarak doğu batı istikametinde gerçekleştiği dikkate alınırsa esasen Anadolu’da, Balkanlar’da daha genel bir ifadeyle Türk -İslam coğrafyasında temayüz eden her bilgin biraz Erzurumludur.
Hayat şartları göçü zorunlu kılmaktadır. Özellikle bölgenin, zirai ekonominin egemen olduğu tarihsel şartlardaki iktisadi ve sosyal hayatı göz önüne bulundurulduğunda tarih boyunca ispir’in sürekli olarak göç verdiği33 dikkati çekmektedir. 34 Cumhuriyet öncesi ve sonrası göçler dikkate alındığında, bugün Ankara’da İstanbul’da, İzmir’de hatta Trakya’da Erzurumlu mahalleleri bulunduğu gibi Tokat, Amasya, Yozgat, Kırşehir vb. Orta Anadolu illerinde Erzurum'dakinden çok Erzurumlu, İspir dışında ispirdekinden çok İspirli bulunduğu müşahede edilmektedir35. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivindeki 12.09.1935 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı36, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün onayıyla ispir kazası halkından Ahmet oğlu Şevket AKIN’ın toprağı olmadığı için geçim sıkıntısı çektiğinden Erzincan’ın Tercan kazasına yerleştirildiğini göstermektedir.
1945 yılında çıkartılan çiftçiyi topraklandırma kanunu çerçevesinde başta ispir olmak üzere Erzurum'un İspir dahil diğer ilçeleri, Bayburt, Trabzon, Artvin, Ardahan ve Rize’den yüzlerce aile Muş, Van, Elazığ gibi nispeten tarıma daha elverişli illere iskân edilmiştir. Göç olgusunu Cumhuriyet ile başlatmak da isabetli değildir. Çünkü çok eski tarihlere uzandığı tarihi belgelerde açık olarak görülmektedir. Örneğin Başbakanlık OsmanlI arşivindeki bir belge38, hicri 1077/1666 tarihinde Tercan Kazasında İspir Köyü’nün bulunduğunu ortaya koymaktadır. Devletin resmi kayıtları incelendiğinde, ekonomik sâiklerin yanında başka gerekçe ve sebeplerle de ispir’den başka bölgelere gerçekleşen göç veya nakil örnekleri de görülebilecektir. Osmanlı arşivi belgelerinden, kimi ispirlilerin Varna’da fırıncılık yaptığı, kimi ispirlilerin de İslam Dinini tebliğ etmek üzere uzak ülkelerde görevlendirildiği anlaşılmaktadır.
Örneğin Başvekâlet Osmanlı arşiv belgelerinde 39 İspirin Hunut karyesinden olup, Varna da fırıncılık yapmakta iken orada vefat eden Karaca Hüseyin oğlu Mahmut b. Ali’nin metrûkâtına (miras bıraktığı mal varlığına) dair Varna şehbenderi Şamil Bey’in yazısı yer almaktadır. Diğer taraftan Ebûbekir el- İspiri 40 İslam dinini tebliğ ve neşretmek üzere padişah tarafından Güney Afrika’da görevlendirilmiştir. Ebûbekir Efendi görevini ifa etmek üzere Güney Afrika'ya gitmiş oraya yerleşmiş ve sessiz sedasız görevini icra etmiş ancak Türkiye’ye dönememiştir. Halen Güney Afrika’da yaşayan torunları ispirli olma bilincini kaybetmemişlerdir. Kısaca belirtmek gerekirse sürekli göç sebebiyle annesi babası İspirli olan pek çok âlim, şair, işadamı, siyasetçi, işçi-memur İspir dışında doğmuştur. Ancak İspir-Erzurum dışında doğan pek çok insan, aslının İspirli veya Erzurumlu olduğunu, açıklama ihtiyacını duymamakla birlikte, bir kısım hemşerilerimiz ise ispirli, Erzurumlu olduğunu açıkça beyan etmiştir. Örneğin, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Metinler Şerhi Uzmanı Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, babasının Erzurum'da dünyaya geldiğini ifade etmiştir.
Daha duygusal bir dil ile ifade etmek gerekirse İspir’den çıkan sesin aks-i sedası, ya Varna’dan ya Yemen’den; ya Güney Afrika’dan ya Batum’dan veya Galiçya’dan ya da Çanakkale'den gelmektedir. Kimi de Dağlık Karabağ’dan İspir’e oradan da Erzurum’a gelerek ilmiyle insanları tenvir eden Hazık Muhammed Efendi misali, karalar giyinmiş ama kara bahtını ak kılacak aydınlık günlerin şafağını bekleyen soluk benizli Dağlık Karabağ’lı torunlarının haline esef ederek lisan-ı hal ile Mehmet Akif in aşağıdaki şiirini terennüm edecektir.
Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı,
İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler coşar ancak
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım
Haykır, kime lâkin, hani sahipleri yurdum?.
Ellerdi yatanlar hep sağa baktım, sola baktım
Feryadımı artık boğarak naâşımı tuttum,
Bin parça edip şiirime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu soğuk kubbede bir iz,
İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz.
Burada, aslen Erzurum’lu veya İspir’li olan bazı hemşehrilerimizin yanlışlıkla Erzurum’dan başka illere nisbet edildiklerini belirtmeyi gerekli görüyorum. Örneğin son hâfız-ı kütübümüz AvrupalI müsteşriklerin bile ilim almak üzere kendisine müracaat ettikleri İsmail Saip Sencer’in; Prof. Dr Süheyl Ünver ve İbrahim Alaaddin Gövsa tarafından İstanbullu42; İsmail Hami DANİŞMEND tarafından Kastamonulu43; Prof.Dr.ismail Hakkı Uzunçarşılı ve Tortumlu değerli hemşehrimiz, Prof.Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu tarafından da Arapgirli olduğu ifade edilmiştir. 4 Ancak değerli hemşehrimiz Abdurrahim Şeref Beygu, İsmail Saip Sencer’in babası Binbaşı Muhammed Şevkî Bey’in Erzurum’da Kurbanzadeler ailesine mensup olduğunu kendisinin de Erzurum’da doğduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.
Ziya Paşa Üzerine Özel Bir Araştırma, yapan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakiltesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Kaya Bilgegil, İstanbul’da doğan Ziya Paşa’nın babasının İspir’in, Kerap köyünden olduğunu ortaya koymuştur. Bu gerçeği tespit eden merhum Bilgegil hocaya teşekkür borçluyuz.
Sonuç
Sonuç olarak şunu belirtmek isterim. Kazançlı işler, büyük projeleri, büyük projelerin gerçekleştirilmesi de planlı ve uzun vadeli çabayı gerektirir. Bizde tarih yazıcılığının en kadim türlerinden birisini özellikle tercüme-i hal türünden eserler oluşturur. Kim bir mü’minin tarihçe-i hayatını yazarsa, sanki onu ihya etmiş, ma’nen diriltmiş olur” düstûru bu gerçeğe işaret etmektedir47. Ancak bu tür ilmi sempozyumlarda kolaycılığa kaçıp hafızalarımızda yer etmiş birkaç ismi tekrar etme yerine, bilimsel yöntemlerle çalışarak unutulan değerlerimizi yeniden gün ışığına çıkarmanın cehd ve gayretine girmeliyiz. Ekip ruhu içinde çok uzun zaman, bazen aylar hatta yıllar çalıştıktan sonra konuşmalıyız. Önemine binaen bir daha tekrar vurgulamak istiyorum ki çok çalışıp az konuşmalı dedelerimiz gibi kalıcı iş yani amel-i sâlih üretmeliyiz.
Bu ideali gerçekleştirmek üzere İspirli âlimlerin önce isim olarak tespit edilmesi için geniş bir klasör oluşturmalı, isimleri tespit edilen âlimlerimizin her biri için ayrı birer dosya açılmalıdır. Bundan sonra da Katip Çelebinin Keşfüzzunun’u Bağdatlı İsmail Paşa’nın Îzâhu’l-Meknûn (Keşfüzzunûn Zeyli) ve Hediyetü'l-Arifin isimli eserleri, Taşköprüzade İsamuddin Ahmed Efendi’nin Şekâiku’n-Numâniyye’si ve bu eserin Türkçe tercüme ve zeylleri, BursalI Muhammet Tahir’in OsmanlI Müellifleri, Ebu'l-Ulâ Mardin’in Huzûr Dersleri, Muhammet Süreyya’nın Sicill-i Osmânî’si Şemseddin Sâmi’nin Kâmusu'l-A’lâm, İl Şer’iyye Sicilleri, münhasıran İstanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri, Devlet ve Vilayet Salnameleri, Meşihatı İslâmiyye tarafından düzenli olarak neşredilen Ceride-i ilmiye ve özellikle Tanzimat’tan sonra özellikle sultan II. Mahmut’tan itibaren eğitimde yapılan ıslahat gereği medreselerde okuyan öğrencileri için tutulan talebe kayıt defterleri tetkik edilerek ilgili âlimin dosyasına kaydedilmelidir. Ayrıca kültür tarihimiz açısından birer hazine niteliğinde olan ve İslam âlimlerinin hayatlarının ve eserlerini detaylı olarak anlatan tabakât kitapları (Tabakâtu’l-Fukahâ, Tabakâtu’l-Müfessirin, Tuhfetu’l-Hattâtîn ve Menâkıb-ı Hünerverân) türü eserler ve bu konuya kaynaklık edecek diğer yayınlar en ince ayrıntısına kadar taranarak fişlenmelidir. Ayrıca İstanbul’da bulunan ve OsmanlI devletinin bütün resmi belgelerini dökümante eden Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki siciller taranarak mevcut âlimler ile ilgili bilgiler ilgili dosyaya kaydedilmelidir. Cumhuriyet dönemi âlimlerimiz için de aynı yöntemden hareketle Ankara’daki Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki ve başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere diğer kurum ve kuruluşların personel ile ilgili şahsi sicil dosyalarından Emekli Sandığı’nın arşivinden faydalanılarak veri tabanı oluşturulmalıdır. Kanaatimizce her ilçe âlimleri için yapılan fragmanter nitelikli bu çalışmaların bütünleştirilmesinden Erzurum bölgesinin ilmi haritası nisbeten daha derli- toplu olarak ortaya konulabilecektir.
Doğrusu Osmanlı Devlet Arşivindeki belgelerin gergef işler gibi işlenen yazı biçimi, ince sanat ve estetik ruhu, hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeyen İlmî hassasiyet ve belgelerin muhafazasındaki ciddiyet ve itina, Osmanlı Devletinde kayıt dışı hiçbir şeyin olmadığını ve Devlet’in ihtişamını ortaya koymaktadır. Osmanlı Arşivindeki belgeler bir bakıma akl-ı selim’in, zevk-i selim’e yansımasıdır. Bu belgeler, okuyanları hem cezbetmekte hem de hayrete düşürmektedir.
Ulemanın kaleminden akan mürekkep ile şehitlerin kanını özdeş kabul eden bir kutlu dinin mensuplarıyız. Devletimizi ebed- müddet kılan güç de bu ruhta gizlidir. Öyleyse bu ruh yaşadıkça milletimiz de devletimiz de, medeniyetimiz de inşaAllâh ebediyen yaşayacaktır. Toprağın altındaki zenginliğimiz sadece zengin yer altı maden yataklarımızdan ibaret değildir. Zengin ilim ve kültür tarihimiz, tarihe mal olmuş âlimlerimiz düşünüldüğünde sadece maddi olarak değil beşeri-manevî olarak da toprağımızın altının, üstünden daha az değerli olmadığı görülecektir.
Tebliğimi yine milli şairimiz Mehmet Akif merhumun bir dörtlüğü ile bitirmek isterim.
Gök kubbenin altında yatar al kan içinde.
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler,
Hakkın bu velî kulları taş türbeye girmez,
Gufrâna bürünmüş yalınız Fatiha bekler.
Bu samimi düşüncelerle, tarih boyunca büyük âlimler yetişmiş olan Çoruh Vadisi’nden yeniden büyük âlimlerin yetişmesini temennî ve niyaz ediyorum. Bu Cennet Vatanı ihyâ etme uğrunda kalemi ile millet olma mücadelesinde öncülük eden âlimlerimize ve milletimizin bekası için göz kırpmadan kanını feda eden şehitlerimize Rabbimden rahmet niyaz ediyorum..
Kaynak: İspir - Pazaryolu Tarih, Kültür ve Ekonomi Sempozyumu, 26-28 Haziran 2008 İspir
Şamil DAĞCI, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Ankara