Giriş
Erzurum’un kuzeyinde yer alan İspir ilçesi doğudan Tortum, batıdan Pazaryolu, güneyden Aziziye (Ilıca), kuzey, kuzeydoğu ve kuzeybatıdan da Rize ve Artvin illeri ile komşudur.
Doğu Karadeniz Dağlarının güneyinden akan Çoruh Nehri’nin orta kısımlarında yer alan ve parçalı bir araziye sahip olan İspir’in Pazaryolu ile birlikte kapladığı alan 2805 km.2dir.
Erzurum gibi İspir’in de içinde yer aldığı coğrafi konum, yörenin prehistorik devirlerden beri önemli yerleşime sahne olduğunu göstermektedir. Başta ilçe merkezindeki kale olmak üzere yöredeki akarsu kenarlarında savunması kolay yerlere inşa edilen çok sayıda kale ve höyükler, çevrede birçok medeniyet ve kültürün oluşumunda önemli rol oynamıştır.
Paleolitik dönemi takip eden Milattan önceki 4. binden itibaren Çoruh havzası ve İspir çevrelerinin çeşitli kavim ve topluluklarca iskan edildiği anlaşılmaktadır.
Erzurum çevresinde oluşan Karaz ve Hurri kültürlerinin uzantılarını Pazaryolu ve İspir çevresinde de görmek mümkündür. Milattan önceki 3 binlerde oluşan, takiben de yörede siyasi birlik halinde Hattiler, Hititler, Hurriler, Hayaşalılar, Mitanniler görülmekte; hatta Urartular’ın kuzeybatı egemenlik sınırları da bu yöreye kadar dayanmaktadır. Bunları daha sonraları Asurlular ve Sasaniler, Medler, Persler, Sakalar, Partlar, Romalılar, BizanslIlar ve Sasaniler takip etmiştir.
Aslında adını Milattan önceki VII-VI. yüzyıllarda bu yöreye gelip yerleşmiş olan Saka’ların Spirian ya da Sasper boylarından alan İspirliler, tarihte yer değiştirmeden yörede kültürlerini sürdüren önemli gruplardan biridir. Bu cümleden olmak üzere; farklı din ve inanış çerçevesi içerisinde siyasi güçlerin egemenliğindeki çevre halkı, kültürel bütünlüklerini bozmadan, yörede uzun süre kalıcı olmuşlardır.
Emevi ve Abbasi dönemlerinde Erzurum ve çevresine İslam ordularınca yapılan seferlerde ilk kez islamiyetle tanışan çevre halkı, XI. yüzyıldan itibaren Selçuklu egemenliği altına girmişlerdir.
Malazgirt Savaşı’nı (1071) takip eden yıllardan 1202 tarihine kadar İspir, Erzurum merkezli Saltuklu Atabeyliğinin yönetiminde kalmıştır. Anadolu Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleyman Şah’ın kardeşi Mugisiddin Tuğrul Şah’ın Erzurum Meliki tayin edilmesiyle Saltuklu hâkimiyetinin son bulduğu İspir’de, bir süre Rükneddin Cihan Şah’ın; tâbi olma konusunda Celaleddin Harzem Şah ile Alaaddin Keykubad arasında, seçimini Celaleddin Harzem Şah’tan yana koyması, Keykubad’ı kızdırmış, yaklaşmakta olan Moğol tehlikesi de dikkate alınarak 1230 yılında yönetim Alaaddin Keykubad’a geçmiştir. Moğollar, II. Gıyaseddin Keyhusrev döneminde ortaya çıkan Babai İsyanı’nı ve çocuk yaşta tahta çıkan Selçuklu hükümdarının tecrübesizliğini de fırsat bilerek Baycu Noyan komutasında Gürcü ve Ermenilerden oluşan ordu ile önce Erzurum ve çevresini ele geçirmişler, 1243 yılında da Kösedağ bozgunu ile Anadolu Selçuklu hâkimiyetine kısmi olarak son vermişlerdir.
Daha sonraları Moğolların devamı olan İlhanlı (1256-1335), Eratnalı, Karakoyunlu, Timurlu, Akkoyunlu ve yöredeki Gürcü Krallığının hâkimiyet alanında kalan ispir ve çevresi, 1514 yılında Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’nden dönüşünde Osmanlı toprağına katılmıştır. 20 Şubat 1916 tarihindeki Rus işgaline kadar Osmanlı yönetiminin hüküm sürdüğü İspir’de, bu tarihten 7 kasım 1917 Bolşevik İhtilali’ne kadar Ermenilerin de destekleriyle kara günler yaşanmıştır. 25 Şubat 1918 tarihinde İspir, yeniden Türk yönetimine girmiştir.
Tarihi Kalıntılar
Kale: Şehrin kuruluşunda önemli role sahip kale; şehrin kuzeybatısında, en yüksek noktada iç Kale ile şehri kuşatan dış surlardan ibaret bir oluşum gösteriyordu.
Kaynaklarda kalenin ilkin kimler tarafından ve hangi tarihte kurulduğu konusunda somut bilgiler bulunmamakla birlikte, gerek coğrafi konumu gerekse stratejik özellikleri ve Çoruh’a inen gizli suyoluna sahip olması gibi nitelikleri dolayısıyla Urartular tarafından kurulmuş olabileceği kabul görmektedir. Yüksek, dik ve yalçın kayalıkları dipte iki yandan yalayarak geçen Çoruh nehri, yukarıda İç Kale’nin oluşumunda diğer Urartu kaleleriyle ortak özellikler göstermektedir. Yaklaşık 125 x 135 m.lik bir alan üzerindeki İç Kale’nin çevresi, doğal kaylıklar ve bunların üzerlerine eklenmiş sur duvarları ve burçlarla takviye edilerek meydana getirilmiştir. (Çizim 1, Foto 2)
.
İç Kalede Kilise Kalıntısı: İç kalenin en yüksek noktasında, doğu batı doğrultusunda, yaklaşık 13.80 x 24.00 m.’lik bir alana oturan bu kilise, oldukça harap durumda günümüze ulaşmıştır.
Kalan izlerden üç netli, bazilikal bir düzenlemeye sahip olduğu anlaşılan kilisenin en sağlam yeri, içten yarım yuvarlak, dıştan beş köşeli apsisin orta kısmıdır. İki yandaki net uzantıları da içten ve dıştan yarım yuvarlak şekilde birer apsisle sonuçlanmaktadır. Orta apsis daha büyük ve ileriye biraz daha taşkındır.
Kuzey ve güney duvarları daha fazla tahrip olmuş olan yapının, ortasındaki dört payenin üst kuruluşunun kubbeli bazilikal sisteme uygun olduğu anlaşılmakta, ancak bu payeler arasındaki düzensizlik, üzerinin yuvarlak tonozlu, üç netli bir düzenlemeye sahip olabileceğine de işaret etmektedir.
Batı duvarın ortasındaki bir kapıdan, önce narteks denilen enine dikdörtgen planlı ön bölüme ulaşılıyordu. Burası giriş kapısının iki yanındaki birer pencere ile aydınlanıyor, narteksin güneyindeki bir kapı ile de içeriye giriş sağlanıyordu.
Kilisenin duvar kalınlıkları hemen her yönde 90 cm. olup, dıştan, düzgün kesme taş ve yer yer yonu taşı, içten moloz taş kullanılmıştır. Kalan izlerden oldukça sağlam bir Bizans harcının kullanıldığı anlaşılan yapının içerisi tamamıyla sıvalı idi.
Yörede Hıristiyanlığının yayılmasına paralel olarak kilisenin ilk yapımının VIII-IX. yüzyıllara kadar uzandığı kabul edilmekle birlikte; XII. yüzyılda Komnenoslar döneminde yenilenmiş olabileceğini de göz ardı etmemek gerekir.
Yapım tarihi kesin olmayan Kale Mescidi’nin de XII. yüzyılda yöreye hâkim olan Saltuklular tarafından inşa edildiği kabul edilmektedir. Yapım tarihi kesin olmayan Kale Mescidi’nin de XII. yüzyılda yöreye hâkim olan Saltuklular tarafından inşa edildiği kabul edilmektedir. Erzurum’daki Kale Mescidi ve Kesik Minare’yi yaptırmış olan Alp İnanç Beygu’nun 1124 yılı dolaylarında bu mescidi de yaptırmış olması mümkün görünmektedir.
Çevresi basitçe çökertilmiş bir çerçeve ile sınırlandırılmış ve hafifçe dar tutulmuş girişin üzeri, yüzeysel bir sivri kemerle belirlenmiş, kemer içerisi de iki sıra mukarnasla dolgulanmıştır. Bunun gerisinde de düz mermerden lento taşı bulunmaktadır. Kapı üstündeki bir pencere ve kıble duvarında mihrabın solundaki mazgal pencere ile içerisi aydınlatılmaktadır.
Mescidin üst örtüsü dört bölüm halinde incelenebilir. Doğu duvara bitişik, doğudan ve batıdan mukarnas dizileri ile geçilen 4.20 x 5.50 m.lik alanın üzeri sekizgen piramidal bir örtüye sahiptir. Burası dıştan Selçuklu kümbetlerinde olduğu gibi yüksek kasnakla belirtilmiştir. Sekizgen kasnağın dört yönünde mazgal pencereler vardır. İçte, dört köşe geçişi mukarnas dolgulu tromplarla sağlanmıştır. Bu ortanın soluna alınmış ve kalın doğu duvarına yaslanan orta örtünün güney, batı ve kuzey yönlerinde beşik tonoz şeklinde sivri kemerler bulunmaktadır.
Kalın tutulmuş doğu duvarın dışından kuzeydeki ucundan güneye doğru yükselen ince-uzun tutulmuş bir merdivenle çatıya çıkılmaktadır. Bu merdivenin Kale yüksekliğine ilave edilmiş, Mescidin damından çevreyi gözetlemek ya da burada bulunan minareye giriş sağlamak amacıyla yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Kıble duvarının ortasında yer alan mihrap; basit, sade yuvarlak bir nişten ibarettir. Mihrap nişinin yansıtıldığı güney duvardaki mermer panolar yapıya çirkin bir görünüş verir. Minarenin Kale burcu ile kaynaşmış, dar ve derin kaidesi, bir kornişle temel hizasında belirginleşir. Bundan itibaren Mescitle kaynaşan gövde, mescidin korniş hizasına kadar silindirik, daha sonra da ongen gövde halinde yükselir. Şerefeyi temsil eden iki sıra tuğladan yapılmış kısa kornişi takip eden, çok ince ve kısa petek kısmı da, yuvarlak gövdelidir. Peteğin üstünde; kısa, küt şeklinde sonuçlanan bir külah kısmı dikkat çeker.
Minarenin asıl girişi; dıştan merdivenle ulaşılan ve seyirlik amaçla da kullanılan çatıda bulunmaktadır.
Çatıda sekizgen kasnağın batısında, kuzeyden güneye doğru 12 basamakla inilen bir çilehane yer alır. Üst örtünün batısında, derin beşik tonozlu örtünün üstüne rastlayan 9.00 x 2.30 m. ölçülerindeki bu mekânın bir benzerine başka hiçbir kale mescidinde rastlanmaz. Beşik tonoz örtülü bu mekânın ne için yaptırıldığı tam olarak anlaşılamasa da burasının bir çilehane olabileceği akla yakın görünmektedir. Ancak burasının açık olması, kar, yağmur sularının içeri dolması ile yapıya büyük zarar verdiği görülmektedir.
Güneyden kale duvarına bitişik olarak inşa edilmiş Mescidin malzemesi, doğu, kuzey ve batıda yöreye özgü, sarımtrak, düzgün kesme taş, güney yönde kaide kısmında kale surlarının yapımında kullanılan kısım ise moloz taş malzemedir. 1996-1997 yıllarında Kale duvarları ve dendanlarla birlikte Mescid de Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiştir. Birçok yönden Erzurum’daki Kale Mescidi ile benzeşen bu Mescidin örtü biçimi ile çatıdan on iki basamakla inilen çilehane olabilecek kısmı en farklı özelliği meydana getirir.
Tuğrul Şah (Çarşı) Camii: ilçe merkezinde olması nedeniyle, halk tarafından Çarşı Camii olarak da isimlendirilen Tuğrul Şah Camii’nin üzerinde bulunan kitabe, 1965 yılındaki onarım sırasında dikkatsizlik sonucu kırılmıştır. Parçaların bitiştirilip montesi düşünülürken onların da kaybolmasıyla yapı ve tarihi arasındaki somut bağlantı ortadan kalkmıştır.
İbrahim Hakkı Konyalı’nın Abideleri ve Kitabeleriyle Erzurum Tarihi adlı kitabında (İstanbul, 1960) ilk kez okunarak yayımlanmış olan bu kitabeye göre Camii, 1202-1225 yılları arasında Saltukoğullarının, Konya merkezli Anadolu Selçuklularına bağlandığı tarihlerde, aynı zamanda Erzurum Selçuklu kolunun kurucusu Mugisiddin Tuğrul Şah adına, Atabey Erdem Şah tarafından yaptırılmıştır. Orijinal kitabenin metni, Türkçe olarak Caminin önüne 1954 yılında eklenen düz dam örtülü kısmın girişi üzerindeki mermer levha üzerine yazılmıştır. Tuğrul Şah’ın yörede Bayburt Kalesi’nde de onarımlar yaptırdığı ve adına kitabeler koydurduğu bilinir.
Tuğrul Şah Camii, çeşitli dönemlerde yapılan onarım ve eklemelerle orijinal özelliklerini nisbeten kaybetmiştir. Bu onarımlardan birisi 1910 yılında Müftü Şaban Efendi tarafından yaptırılmıştır. Bu tarihte caminin üzeri açılarak, duvarlar zarar görmeden örtüsü yenilenmiştir.
1954 yılında kuzey kapının da yer aldığı duvarlar kaldırılarak camiye, kuzeye doğru son cemaat yeri derinliğinde bir ilave yapılmıştır.
1962 yılında caminin çatısı değiştirilmiş, 1954 yılında eklenen mekânla birlikte üzerine meyilli yeni çatı yapılmış, üzeri de sacla kaplanmıştır. 1971 yılına kadar yerinin neresi olduğu tam olarak anlaşılamayan ahşap minare kaldırılmış, yerine de Tercan taşından bugünkü minare yaptırılmıştır. Fazla bir özellik taşımayan bu minare de sanat değerinden yoksundur. Caminin doğusuna aynı tarihte, betondan abdest alma yerleri ve tuvalet eklenmiştir.
2006-2007 yıllarında caminin kuzey ve doğusunda çevre düzenlemesi yapılarak kuzeyde bulunan lüzumsuz bazı elemanlar ve kapı çevresini kuşatan bazı evler ortadan kaldırılmış, eriyen taşların yerine, yeni ve düzgün olanlar konulmuştur. Kuzey-güney doğrultusunda 17.10 x 20.40 m. boyutlarında, dikine dikdörtgen plan düzenine sahip caminin üzeri, tüteklikli iki ahşap örtü ile kapatılmıştır. Kaynağı Orta Asya’ya kadar uzanan ve Erzurum Ulu Camii başta olmak üzere birçok camide karşımıza çıkan bu örtü şekli, ortadaki kare alanın içerisinde köşegenlerle iç içe yerleştirilen, kubbeye benzeyen biçiminden dolayı kırlangıç kubbe olarak da adlandırılmaktadır.
Orijinalde dört ahşap destek üzerine oturan kare şeklindeki orta alanın ahşap bindirme tavanlı olduğu anlaşılmaktadır. 1954 yılındaki kuzeye genişletme esnasında aynı örtü şekli, genişletilen mekan için de ön görülüp uygulandığından aynı eksende mihraba doğru ahşaptan iki bindirme tavanla, Anadolu’da birçok camide uygulanan bu örtü şeklinin kaynağı Orta Asya çevrelerinde Miladi yıllara kadar uzanmaktadır. Aslında küçük farklarla, mihraba dikey üç sahınlı ulu camilerin plan düzenini de yansıtan Tuğrul Şah Camii’nin, sonradan eklenen kısmına bir de mahfil yapılmıştır. Mahfile, kuzeydoğudan açılan bir kapı ile girilir. Orijinalde yapının üzerinin düz, toprak dam örtüye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Kıble yönünde; ortada yer alan yarım yuvarlak niş şeklindeki mihrabın sanatsal özelliği ortadan kalkmış, çevresi günümüz Kütahya çinileriyle kaplanmıştır. Cami içerisine yapılan çini kaplamalar, iç bütünlüğü tamamen bozduğu için son restorasyonda ortadan kaldırılmıştır. Mihrap nişi güney cepheden, dışarıya yarım yuvarlak bir çıkıntı yapmakta, üzeri de beden duvarının yarı yüksekliğinde yarım konikal şekilde kaynaştırılmıştır. İçerde kürsü, minber, mahfil gibi mimari elemanlar da orijinalitesini kaybetmiş, sanat değeri taşımayan, basit unsurlardır.
Mihrabın iki yanında birer, doğu ve batıda üçer, kuzeyde de dörtgen çerçeveli üç pencere ile aydınlanan Tuğrul Şah Camii’de pencereler, dıştan daha küçük, içe doğru ışığı ve ısıyı iyi yaymak için Doğu Anadolu'daki birçok örnekte görüldüğü gibi giderek genişleyen bir forma sahiptir. Caminin bugünkü girişi, doğudan ve batıdan sağlanmaktadır.
Restorasyonlarda, caminin eriyen ve eskiyen kesme taşları da yenilenerek, orijinalitesinden hayli uzaklaşmış bir örnek ortaya çıkmıştır.
Melik Halil Gazi Mescidi: Kapı kemeri üzerinde bulunan kitabenin tamamen aşınması ve okunamaz durumda olması nedeniyle yapıyı tarihlemek çok mümkün görünmemektedir. 1200-1202 yıllar arasında çok kısa bir süre içinde görevde bulunan Melikşah’ın bu kısa süre içinde bu eseri yaptırması pek kabullenilmemekle birlikte, bazı araştırmacılar tarafından da benimsenmiştir. Ancak “Şu Bizim İspir” adlı eserin yazarı olan M. Y. Çağlayan, Hacı Hulusi Efeoğlu adlı bir şahsın elinde bulunan bir fermandan hareketle yapıyı H.814, M.1411 tarihine vermektedir. Aynı yazar banisinin de Derviş Melik Halil adlı bir şahıs olduğunu ileri sürmekte ve bu şahsın burada bir zaviye yaptırmış olduğunu belirtmektedir. Yerinde yaptığımız incelemede çevrede görülen bazı ipuçları, burasının bir zaviyenin mescidi olabileceği kanaatini vermiştir.
Dıştan dışa 6.30 x 6.30 m. boyutlarında, kare bir alana oturan yapı, aslında küçük bir türbe yapısını da hatırlatmaktadır. Küçük oluşu, önünde son cemaat yeri benzeri bir uygulamanın olmayışı, minarenin bulunmaması gibi hususlar göz önünde tutulduğunda, burasının bağımsız bir mescit olma özelliğini zayıflatmaktadır, içerisinde herhangi bir mezarın bulunmayışı da türbe olma özelliği azalmaktadır. Bu yapı, XV. yüzyıla ait bir zaviyenin bir parçası olmalıdır. Yapının çok harap durumda olması nedeniyle de bunu tam anlamıyla bir yere oturtmak mümkün görünmemektedir. Ancak bu mescidin Konya ve çevresinde XIII. yüzyılda Anadolu Selçukluları tarafından inşa edilmiş tek kubbeli, minaresiz mescitlerle akrabalığı olabileceğini de göz ardı etmemek gerekir.
1970 yılında meydana gelen bir sel baskınında yarıya kadar gömülerek üstteki tuğla kubbeyle birlikte büyük zarar gören mescidin, kubbeye geçiş unsurlarının prizmatik Türk üçgeni olduğu anlaşılmaktadır. Ancak sonradan, üzerine tüteklik denilen bir örtü kondurulmuş olan yapının orijinalde üst örtüsünün tuğla kubbe olabileceği açıktır. Bu örtünün de Hacı Hulusi Efeoğlu tarafından yapılan 1970 yılındaki onarımda kondurulmuş olduğu belirtilmektedir.
Son dönemlerde çevresi tamamen kapanmış olan mescidin düzgün kesme taştan, basık yay kemerli kapısı dışında moloz taştan inşaa edildiği görülmektedir. 90 cm. kalınlıktaki duvarların yüksekliği 4 m. olup malzeme olarak da moloz taş aralarında horasan harcı kullanılmıştır. Kıble yönünü belirleyen mihrap nişi; sade, basit bir uygulamadır. Sonradan yapılmış kırlangıç örtünün ortasındaki açıklıktan başka, yapı yüzeylerinde herhangi bir açıklığa yer verilmemiştir.
Kadıoğlu Medresesi: İspir Çayı’nın güneyinde, Tuğrul Şah Camii'nin güneydoğusunda, arazi kodunun yükselmesiyle kısmen aşağıda kalmış olan yapı, girişi ile dikkat çeken bir özelliğe sahiptir.
Medresenin girişi kuzeye bakmaktadır. Burada sivri kemerli taç kapı açıklığı içerisinde, basık yay kemer üzerinde altı satırlık nesih yapım kitabesi bulunmaktadır.
Kitabeye göre Medrese, H.1238 (M.1725-1726) yılında, Erzurum Müftüsü Kadızade Mehmed Efendi tarafından yaptırılmıştır. Kitabenin günümüz Türkçesi karşılığı şöyledir:
“Bu şerefli Medreseyi hücrelerinde oturanlara ve başkalarına safi ilimlerin ve kâfi fenlerin okutulması ve bunların öğrenimleri için aslen ispirli, Erzurum şehri müftüsü Kadızade şöhretli Mehmed, sırf Allah’ın rızasını kazanmak için 1138 senesinde yaptırdı ve vakfetti.”
Kuzey-güney ekseninde; 19.20 x 22.90 m. boyutlarında, kareye yakın bir dikdörtgen alana oturan Medresenin giriş kapısı, kuzey cephenin doğusuna kaymıştır. Basık yay kemerli kapı girişinden sonra, basık, tonoz örtülü bir koridor, ortada çıkrıklı kuyunun bulunduğu dikdörtgen düzenlemeli avluya götürür. Avlunun; girişe göre sağında, bir kapı bir penceresi ile avluya, bir penceresi ile de kuzeye bakan beşik tonoz örtülü bir hücre bulunmaktadır. Bunun batısında küçük beşik tonoz örtülü bir koridor, batıdaki üç hücreden kuzeybatı köşede olanın giriş koridorudur. Aynı büyüklükteki beşik tonoz örtülü diğer iki hücre ve koridorla, batıdaki hücreler sıralanır. Güneybatıda; diğerlerinden daha büyük, beşik tonozlu bir hücre, onun yanında da normal büyüklükte bir hücre ve koridor bulunur. Giriş kapısından itibaren doğuda güneye doğru uzanan eş büyüklükte, beşik tonoz örtülü dört hücre ile Medresei eserin bütünlüğünü oluşturan on hücreye sahiptir. Geçtiğimiz son yirmi yılda avluya yeni bir revak düzenlemesi yapılarak ve camekanla kapatılarak yapı işlevsel hale getirilmiş, günümüzde de Müftülüğe bağlı eğitim kurumu olarak faaliyetini sürdürmekte iken ormarın için içerisi boşaltılmıştır.
Medrese içerisinde ve taç kapıda herhangi bir süsleme unsuruna rastlanmaz. Sadece bazı hücrelerin içerisinde orijinal ocaklar kalmış, bunlardan yalnız birisi açık, diğerleri son onarımlarda kapatılmıştır. Duvarların üst kısmına bazalt taştan bir korniş yapılmış, aralara da çörtenler yerleştirilmiştir.
Giriş kemeri ve çevresi, düzgün, sarımtırak renkte kesme taştan, diğer cepheler yonulu moloz taş ve harçla örülmüştür. Avlu ortasındaki çıkrıklı kuyu aynı zamanda Medresenin su ihtiyacını karşılayan bir şadırvan görevini görmektedir. Avlu zemini eskiden olduğu gibi günümüzde de taş döşelidir.
Kuzey cephe dışında Medrese, üç yönden sivil yapı ve evlerle adeta kuşatılmış, yapılan restorasyonlarla da orijinalitesini kısmen kaybetmiştir.
Sonuç ve Öneriler
İspir'deki kültür varlıkları kuşkusuz tanıtmaya çalıştığımız eserlerden ibaret değildir. Ancak doğal ve insanlar tarafından yapılan tahribatlar, eserlerin sayılarını azaltırken, aynı zamanda bilinçsiz yapılan tamirat, onarım ve restorasyonlarla da eserlerin yok olmasında, niteliklerinin bozulmasında en önemli etken olmuşlardır. Şehirdeki çeşmelerden, hamamlardan orijinal örnekler bir çeşme yapısı dışında mevcut değildir.
Günümüzde şehir ve tarihi yerleşimler, öznel niteliklerini bağrında sakladıkları kültür varlıklarıyla daha da değer kazanmaktadırlar. Bir şehrin sokakları, caddeleri, mahalleleri, bir devrin yaşama biçimini yansıttığı sürece değerli olabilmektedirler. Hatta yenilenen ev ve sokak dokularının yapıldıkları dönemin anlayışına göre biçim kazandıkları takdirde kültürel ve sanatsal özelliklerini koruyabilmekte ve bir bütünlüğe sahip olarak değerlendirilmektedirler. Kuşkusuz şehirlerin, eski yerleşimlerin nüfusları arttıkça yeni mahalleler, semtler kurulacaktır. Ancak bunlar merkezdeki ana dokuyu bozmadan onların yanında, yakınında, günümüz anlayışına ve mimari düzenine uygun olarak inşa edilmelidirler. İşte İspir, bu ikileminin yaşandığı bir şehir merkezi olmak açısından dikkat çeken ilçelerimizden biridir. Burasının tarihi dokusunun korunmasından öncelikle bu kentin sahipleri, yöneticileri ve genel anlamda da tüm Türkiye sorumludur.
Kaynak: İspir - Pazaryolu Tarih, Kültür ve Ekonomi Sempozyumu, 26-28 Haziran 2008, İspir
Hamza GÜNDOĞDU, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Erzurum