Giriş
Türk eğitim sisteminde teftiş hizmetinin kesin olarak ne zaman başladığı bilinmemektedir. Bu hususta ilk adımın 1838 tarihli Meclis-i Umûr-ı Nâfia’nın lâyihasıyla mahalle (sıbyan) mekteplerindeki öğretmenlerin mesleki yeteneklerini belirlemek için tayin olunan muinler vasıtasıyla atıldığı tespit edilmektedir. Yardımcı, yardım eden manalarına gelen muin terimi, 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesine değin denetimden çok sıbyan ve rüştiye mekteplerinde öğretmenlere yardımcı olan müfettiş anlamında kullanılmıştır.
Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi, Maârif Nezareti’nin teşkilatlanması adına atılmış en ciddi adım olduğu kadar teftiş hizmetine getirdiği yenilikler açısından da önemlidir. Nizamname uyarınca 1870’de merkez maarif teşkilatı altında Meclis-i Kebir-i Maârif teşkil edilmiş ve Anadolu, Rumeli yakalarıyla İstanbul merkezdeki sıbyan ve rüştiye okullarına birer müfettiş atanmıştır. 1879 yılında ise Maârif Nezâreti eğitim işleriyle doğrudan ilgili beş daireye bölünmüş, içerisinde iki müfettişle bir kütüphaneler müfettişinin de yer aldığı daha modern bir yapıya kavuşturulmuştu. 1888’e gelindiğinde Maarif Nezareti bünyesindeki müfettiş sayısı yediye yükseltildi. Ancak aynı yıl müfettişlikler Memûrîn-i Teftişiye adıyla ayrı bir birim haline getirilerek öğrenim dairelerinin dışında bırakıldı. 1898’de ise ibtidai, rüşdi ve idadi müfettişleri ilgili dairelerde yer alırken, Mekâtib-i Gayr-i Müslime ve Ecnebiye Müfettişliği ile Mekâtib-i Âliye ve Husûsiye Müfettişliğinin münferit birimler olarak kaldıkları görülmektedir. Bunlardan başka 1900’de İstanbul’da bütün okullardaki sağlık durumunu denetlemek üzere Mekâtib-i Sıhhiye Müfettişliği kurulmuştur.
Taşradaki maarif teftişinin kurumsallaşmasına yönelik ilk ciddi teşebbüs, yine Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nde yer almıştır. Nizamnameye göre vilayetlerde İstanbul’daki Meclis-i Kebir-i Maârif’in birer şubesi olarak Maârif Müdürleri başkanlığında Meclis-i Maârifler kurulacaktı. Bu mecliste teftişle görevli muhakkıklar ve müfettişler de bulunmaktaydı. Ancak eğitim-öğretim için gerekli şartlar sağlanıncaya kadar vilayetlerde maarif meclisleri kurulmayacak ve dolayısıyla da müfettişler atanmayacaktı. İstisna olarak bu karar İşkodra Vilâyeti’nde uygulanmamış, maarif meclisi teşkil edilmeksizin bu vilayete daimi bir Mekâtib-i Sıbyan Müfettişi tayin edilmiştir. Vilayet maarif meclislerinin tesisi mali sıkıntı yüzünden oldukça gecikmiş, ancak 1881’den sonra yaygın bir şekilde gerçekleştirilebilmiştir. Böylece içerisinde Erzurum’un da yer aldığı birçok vilayete maarif müdürleri ve müfettişleri atanmaya başlanmıştır. 1891’de ise Rumeli’ye gönderilen müfettişlerin görevlerini içeren Rumeli Vilâyât-ı Şâhânesi Maârif Müfettişliğinin Vezâifine Dair Tâlim-i Muvakkate adıyla geçici bir yönetmelik devreye sokulmuştur. Bu talimat, II. Meşrutiyet öncesi dönemde maarif
teftişiyle ilgili en ciddi tasarruf olup, eğitim tarihimiz açısından önemli bir atılımdır.
Eğitim alanında ciddi tartışmaların yaşandığı II. Meşrutiyet döneminde teftiş konusu üzerinde önemle durulmuş, ülkedeki okulların durumunun öğrenilerek aksaklıkların tespiti için Maârif Nezâreti tarafından önemli miktarda bütçe ayrılmıştır. Nitekim 1909’da nezaret tarafından okullardaki gözlem ve teftişlerini merkeze aktarmak üzere Erzurum dâhil bazı vilayetlere 15 umum müfettişi gönderilmiştir. Aynı yılın Ekim ayında taşradaki teftiş görevine dair Teftişât Hakkında Talimât yayımlanmış, 1910’da yine aynı konuya ilişkin iki yönetmelik daha çıkarılmıştır. Maârif Müdürleri İle Vilâyet Maârif Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat vasıtasıyla maarif müdürleri ve müfettişlerin görevleri yeniden düzenleniyordu. Buna göre vilayette bulunan tüm okulların gözetim ve denetimini yapan maarif müdürü, bu eğitim kurumlarının Maârif Nezâreti’yle koordinesini sağlamakla yükümlüydü. Vilâyet maârif müfettişleri ise her üç ayda bir vilayetin eğitim durumuyla ilgili maarif müdürüne rapor verecekti. Diğer talimat Mekâtib-i İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Tâlimâttı. Mekâtib-i ibtidâiye müfettişlerinin görevleri: Kasaba ve köylerde bulunan okul binalarının nüfusa uygun biçimde bir, iki veya üç dershaneli olarak açılıp açılmadığını denetlemek; kız okullarının durumunu bildiren raporları vali ve maarif nazırına göndermek; okul ders kitapları araç ve gereçlerini kontrol etmek ve bunların fakir öğrencilere ücretsiz verilmesi için hazırladığı listeyi vilayete göndermek; eğitimin programa ve yeni usullere uygun verilip verilmediğini kontrol etmek; okulun sağlık yönünden elverişli olup olmadığını teftiş etmek; gayr-i Müslim ve özel okulları denetleyerek mevzuata ve “Osmanlılık” şanına aykırılık ve diplomasız öğretmen tespitinde durumu valiye ve maarif nazırına bildirmekti. Mekâtib-i ibtidâiye müfettişleri denetimin yanında bulundukları livanın köylerini gezecekler, okul inşa edilecek yeri tespit edecek ve bu okulun inşasının kurallara uygun bir şekilde yapılmasını sağlayacaklardı. Bu talimatların akabinde yürürlüğe sokulan Tahsil-i İbtidâiyi İdare ve Teftiş İle Muvazzaf Olan Memurînin Vezâifi Hakkında Nizamnâme ile de (2 Temmuz 1910) ibtidailerin denetlenmesinden sorumlu memuriyetler detaylı bir şekilde izah edilmiştir.
Bu düzenlemelerle teftiş kurumunu güçlendiren yeni yönetim, ülke çapında eğitim ve öğretim durumunun ve sorunlarının tespitine yönelik olarak taşrada maarif teftişâtı başlatmıştır. Nitekim Maârif Nezâreti’nin emri üzerine 1910’da Erzurum Vilâyeti de, mekâtib-i ibtidâiye müfettişleri (İlkokul müfettişleri) tarafından teftiş edilerek raporlar tanzim edilmiştir. Bu raporlar Kiğı, Hınıs, Tortum, Keskim (Yusufeli), Karakilise (Ağrı), İspir kazalarıyla Erzincan livasına aittir. 1910’daki idari taksimata göre Erzurum Vilayeti’ne bağlı bu liva ve kazalar, günümüzde coğrafi olarak Doğu Anadolu Bölgesi’nin önemli bir alanını kapsamaktadır. Dolayısıyla bu teftiş raporları, bölgenin genel olarak eğitim öğretim durumunun tespitine yönelik ipuçları vermesi bakımından oldukça mühim kaynaklardır.
Bu makale, temel olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Maârif Nezâreti Kataloğu Heyet-i Teftişiye Fonu’nda HTF 1/62 (29 Zilhicce 1328/01 Ocak 1911) künyeli dosyada bulunan yirmi beş varaklık on beş belgeye dayanmaktadır. Bu çalışmayla, raporlar tek tek ele alınacak, akabinde müfettişlerden Ferid Abdurrahim ve Erzurum Valisi Mehmed Celal Bey’in görüş ve tavsiyelerinin yer aldığı belgeler değerlendirilerek, bölgenin eğitim-öğretim durumu ortaya konulmaya çalışılacaktır.
İspir Kazası Raporu
28 Teşrin-i sani 1326 (11 Aralık 1910) tarihli İspir kazası raporu, Vilâyet Maârif Müfettişliği ifadesiyle Erzurum Valiliğinden 06 Kanun-ı evvel 1326’da (19 Aralık 1910) Maârif Nezâreti’ne gönderilmiştir.
İspir’in merkezinde Merkez İbtidâisi isimli bir Müslüman, bir de gayr-i Müslim ibtidâisi ve Norgâh (Pazaryolu ilçesi), Hunud (Çamlıkaya Beldesi), Zakos (Ardıçlı köyü) Kırık (Güneykırık Beldesi), Karakoç köylerinde de birer adet ibtidâi mektebi vardır. Müslüman okullarından Merkez İbtidaisi 250 kuruş maaşlı bir muallim-i evvel ile 100 kuruş maaşlı bir muavine sahiptir. Norgâh Nahiyesi İbtidâisi’nde 150 kuruş maaşlı bir muallim bulunurken Hunud köyü ibtidâisinde 200 kuruş maaşlı bir muallim vardır. Kırık ve Karakoç ibtidailerinde birer muallim vekâleten görev yapmaktadır. Zakos köyü halkının kötü muameleleri yüzünden 200 kuruş maaşlı muallimi başka bir yere atandığı için ibtidâide öğretmen bulunmamaktadır.
Müfettiş Ferid Abdurrahim, kazadaki okullara ve öğretmenlere değindikten sonra okul binalarını ele almaktadır. Buna göre kaza Merkez İbtidaisi, iki dershane, bir muallim odasıyla çok dar ve sağlığa uygun değildir. Norgâh ibtidâisi, cami avlusunda bir medreseden meydana gelmekte ve tamire ihtiyacı vardır. Hunud köyü mektep binası da üstte büyük bir dershane, bir muallim odasını ve altta bir yemekhaneyi içermektedir. Zakos köyünde okul binası olmayıp 1908-1909 eğitim yılında dersler bazı evlerde görülmüştür. Kırık köyü okulu da bir medreseden ibarettir. Karakoç köyü okul binası köylünün yardımlarıyla yeni inşa edilmiş altta ve üstte ikişer odasıyla kazanın hıfzıssıhhaya en uygun okuludur. Kaza merkezindeki Ermeni okul binası da iki dershaneden oluşmaktadır. Ancak bu okulun konumu kötüdür ve tamire ihtiyacı vardır.
Okul binalarının durumunu ortaya koyduktan sonra Müfettiş, öğretmenleri değerlendirmektedir. Ona göre asil muallimlerden merkez ibtidâisi muallim-i evveli ve muavini Hasan Hayri ile Hunud köyü muallimi Ali Şefik efendiler görevlerinde başarılı, terfi edilmeye layıktırlar. Yine Norgâh muallimi Ahmet Efendi kolera münasebetiyle köyde görülememiştir. Ancak kendisinin Norgâh’a iki saat mesafede bulunan Kilens (Elmalı) köyü imamlığını üstlenmiş olduğu ve nahiye müdürlerinin göz yummaları sebebiyle görevini ihmal ettiği müfettiş tarafından tespit edilmiştir. Bu yüzden Ahmet Efendi’nin değiştirilmesi veya azli gerektiği, ilgili mercilere bildirilmiştir. Müfettiş Ferid Abdurrahim, Kırık ve Karakoç ibtidâi muallimliklerinde vekâleten görev yapan ve ehliyetnâmeleri bulunmayan Mustafa ve Mehmet efendiler içinse, bunlara merkez vilâyette kısa bir sürede usûl-i cedîde (yeni usule) uygun eğitim verilirse köy muallimliğine mahsus birer ehliyetnâme alabileceklerini bildirmektedir. Burada dikkati çeken buna benzer kursların, yirmi yıl önce bazı vilayetlerde devreye sokularak, köylerden ve kazalardan gelen birçok imam ve öğretmene usûl-i cedîde üzere eğitim formasyonu verilmiş olmasıdır. Öğretmen okullarının ihtiyaca cevap veremediği için başvurulan bu mecburi yöntem, müfettişin ifadesiyle şahadetnâmeli (diplomalı) veya ehliyetnâmeli öğretmen bulmak mümkün olmadığından, hâlâ çare olarak görülmektedir. Öğretmen açığı meselesi, alınan çeşitli tedbirlere rağmen bundan sonraki süreçte de devam etmiş, I. Dünya Savaşı’nda daha da vahim bir hal almıştır.
Ferid Abdurrahim’in verdiği bilgiye göre, merkez kaza Ermeni ibtidâi okulu muallimi Nurayir Efendi Osmanlı tebaasından, diplomalı ve nezarete kayıtlı olup Osmanlıca ders vermeye bir dereceye kadar iktidarı vardır. Bu mektebin Maarif Komisyonu üyeleri tarafından ahlaksızlık, geçimsizlik ve yetersizlikle suçlanarak şikâyet edilen Nurayir Efendi’nin isnat edilen bu ithamlarla bir alakasının olmadığı, yürütülen soruşturma neticesinde ortaya çıkmıştır. Meselenin bu muallimin maarif dairesinden aldığı 150 kuruş yanında ahaliden ayrıca söz verilmiş cüzi bir meblağın ödenmemesi yüzünden ortaya çıkan bir dedikodudan ibaret olduğu anlaşılmıştır.
Raporunun son kısmında Ferid Abdurrahim, İspir kazasının eğitimden mahrumiyetine vurgu yaparak bunun giderilmesi yönündeki tavsiyelerini sıralamaktadır. Kaza halkı fıtrat olarak zeki, cesur, talim ve terbiyeye kabiliyetlidir. Eğer bunlar az zaman zarfında okutulabilir, cehaletten kurtarılabilirse hükümet çok yüksek bir unsura sahip olabilir. Bunun içinde kaza merkezinde iki muallimli bir rüştiye ve bir inâs ibtidâisi ile kazanın çevresinde en az 50 adet ibtidâinin açılmasına ihtiyaç vardır. Erzurum, Erzincan liva merkezlerinden başka diğer liva ve kaza merkezlerinde kızlara mahsus ibtidâiye bile yoktur. Müfettiş İspir’de bulunduğu esnada Bayburt, Pasinler merkez kazalarında birer inâs rüştiyesinin (kız ortaokulu) ve merkez vilayete bağlı Aşkale nahiyesi merkezinde de bir erkek rüştiyesinin açılması için Maârif Nezâreti’nden tahsisat verildiğini işittiğini bildirmektedir. Daha sonra öğrenci sayısı yirmiyi geçemeyen Aşkale ibtidâisi ile nahiyeye bağlı Pırnakaban, Topalçavuş, Cinis (Ortabahçe) ibtidâileri mevcutlarının nahiye rüştiyesi için yeterli kaynak olamayacağından bu tahsisatın boşa gideceğini aktarmaktadır. Neticede de bu iki kaza inâs rüştiyeleri tahsisatıyla merkezlerinde birer inâs ve Aşkale rüştiyesi tahsisatıyla da nahiye dâhilinde iki ibtidâinin kurulmasının daha
iyi olacağını belirtmektedir.
Müfettiş Abrürrahim Efendi İle Erzurum Valisinin Mütalaaları
Müfettiş Abdurrahim Bey, İstanbul’a Kiğı ve Hınıs raporlarına ek olarak vilayetin eğitim durumu ve sorunları hakkında kendi özel görüşlerini ve tavsiyelerini ihtiva eden önemli bir rapor göndermiştir. Aynı şekilde Erzurum Valisi’nin Maârif Nezâreti’nin 23 Teşrin- sani 1326 (06 Aralık 1910) tarihli telgrafına cevaben 28 Teşrin-i sani 1326’da (11 Aralık 1910) göndermiş olduğu rapor, vilâyetin eğitim sorunlarına karşılık çarpıcı çözüm önerileri getirmesi bakımından dikkate değerdir. Dolayısıyla bu iki önemli mütalaayı sırasıyla değerlendirmek konunun ortaya konması adına faydalı olacaktır.
Müfettiş yazısında, ilk olarak Erzurum Vilâyeti’nin en önemli eğitim ihtiyacının, ibtidâi okullar için donanımlı öğretmenler yetiştirebilecek bir dârülmuallimîn olduğuna dikkati çekmektedir. Hâlbuki vilâyette bulunan dârülmuallimîne kaydolan elli öğrenci otuza düşmüş ve bunlardan ikinci sınıfa yirmi sekiz öğrenci geçebilmiştir. Üstelik birinci sınıfa kabul edilecek elli öğrenci için yapılan mükerrer ilanlara rağmen sadece on kişinin müracaat etmesi, bu hususta genel bir rağbetin olmadığını göstermektedir. Ekonomik sıkıntılara dayanan bu meselenin çözümü için müfettiş dârülmuallimînin yatılı hale getirilmesini önermektedir.
Abdurrahim Bey mektepler ile medreselerin toplum hayatında etkili kurumlar olduğunu belirterek, medreselere ibtidâide okutulan bazı yeni derslerin katılması, ibtidâi mekteplerinin de -dârülmuallimînden muallim yetiştirmek üzere- çoğaltılması ve iyileştirilmesi durumunda eğitimin yaygınlaşabileceğini öne sürmektedir. Elde doğru istatistikî bilgiler olmamasına karşın köylülerin sadece beş yüzde biri okuyup yazabilmektedir. Müfettiş bunun ilk sebebini henüz birçok köyde ibtidâi mekteplerinin bulunmamasına, ikincisinin ise vaktiyle açılmış olan -bazı mektepler müstesnadır- ibtidâi mekteplerinin hala tarz-ı atîk (eski tarz) üzere olmalarına bağlamaktadır. Müfettiş eski usul üzere okullar tabiriyle dini derslerin ağırlıklı olduğu ve eski eğitim metotlarının uygulandığı mektepleri kastetmektedir. Bu meselenin kökeni Tanzimat’a kadar gitmektedir. Devlet adamları öncelikle ilkokul seviyesindeki sıbyan okullarını çağdaş bir hale sokmaya çalışmış, başarılı olamayınca da 1871’den itibaren modern müfredat ve tedrisat yöntemlerinin uygulandığı ibtidâi isminde yeni okullar açmaya karar vermiştir. Bu girişim, ilköğretimde ikiliğe yol açmıştır. Bu ikilik de görünüşte sıbyan mektebi ve ibtidâi mektebi olarak; temeldeyse usûl-i atîka (eski usul) ve usûl-i cedîde (yeni usul) olarak uzun bir süre devam etmiştir. Özellikle 1882’den sonra bu ikiliğin ortadan kaldırılması için ibtidâi okullara ağırlık verilmiştir. Bundan sonra da sıbyan okullarının usul-i cedideye dönüştürülmesi hızlanmış ve 1909’a kadar pek çok okul yeni usul öğretimi uygular hale getirilmiştir. Ancak bu konuda taşrada ve bilhassa Erzurum Vilayetinde ciddi sorunların yaşandığı görülmektedir.
Ferid Abdurrahim, diğer önemli bir soruna geçmekte, ilmühaberi tebliğden ibaret olan bir mübaşir maaşının, elli-altmış öğrencinin talim ve terbiyesine emanet edilen bir muallime verilen maaşın iki üç misli olduğunu belirterek muallimlerin aldıkları maaşın yaptıkları işe karşılık çok düşük olduğunu vurgulamaktadır. Valinin de üzerinde durduğu bu mesele, eğitim kalitesini olumsuz etkileyen unsurların başında gelmektedir.
Abdurrahim Bey, ilim ve maarifin en üst seviyeye ulaştığı medeni ülkelerde en çok ibtidâi tahsiline önem verildiğini ve buralarda devam mecburiyeti olduğu halde bizim birçok köyümüzde mektep ve ilim müessesesi adına hiçbir işaret görülemediğini ifade etmektedir. Vaktiyle açılmış okulların da bir takım köy muallimlerinin cehaletine mahkûm bir halde kalması ve zavallı vatan evladının yılda üç dört ay elifba cüzü okuyarak sekiz dokuz ay ihmal ve unutulmaya terk edilmelerinin üzüntü verici olduğunu aktarmaktadır. Bu ise cehaleti ortadan kaldırmak amacına dayanan ibtidâi mekteplerinin yaygınlaştırılması hakkındaki tebligat ve emirlere tamamen aykırıdır. Hâlbuki rüştiye okullarının ihtiyacı olan öğrenciyi layıkıyla yetiştirebilecek ibtidâi mektepler olmadıkça rüştiyelere mükemmel talebe yetişemeyecek ve bu uğurda harcanan emekler boşa gidecektir.
Abdurrahim Beyin mütalaasında sınırda bulunması nedeniyle önemli bir konuma sahip olan Erzurum Vilâyetinde, Müslümanların gayr-i Müslim unsurlara oranla çoğunlukta olmalarına karşın eğitim açısından oldukça geri kaldıkları işaret edilmektedir. Halka meşrutiyetin feyzini anlatmanın okutmakla olabileceği ve bu konuda hükümetin her tür fedakârlığı yapması gerektiği ileri sürülmektedir. Nitekim vilayetin eğitim harcamalarına ayrılan bütçesi çok düşük olup arttırılması lazımdır. Müfettişin son önerisi ise Erzurum Vilâyetinin eğitim olarak hiç olmazsa İzmir, Bursa gibi vilayetler derecesine ulaştırılmasıdır.
Erzurum Valisi Mehmed Celâl Bey (1863-1926) de mütalaasında vilayetteki okulların bina ve kadro sıkıntıları, tahsisatın yetersizliği, yeni okul ve nitelikli öğretmen ihtiyacı hususlarında çarpıcı tespitlerde bulunmakta, çeşitli öneriler getirmektedir. Bunda kuşkusuz onun maarifçi geçmişinin önemli bir payı vardı. Sağlık sorunları yüzünden yarım kalan yurtdışı eğitimi sonrası Celal Bey, çeşitli okullarda muallimlik ve idarecilik yapmış, mezunu olduğu Mülkiye Mektebi müdürlüğünün akabinde Erzurum valiliğine tayin olmuştu. Vali sırasıyla idâdi, rüştiye ve son olarak ibtidâi okullarını ele alarak, sorunlar ve çözümler üzerinde durmaktadır. Buna göre merkez vilâyetin yedi senelik ve Erzincan’ın beş senelik birer idadi okulu vardır. Erzurum İdâdisi inşa edildiği tarihten beri ciddi bir tamirden geçmediği ve bazı gerekli ilaveler için yüz bin kuruşa ihtiyaç olduğu gibi zamanında VI. Ordu Müşiri Zeki Paşa’dan alınarak okula dönüştürülen Erzincan İdâdisinin eksikleri de ancak yirmi beş bin kuruşla tamamlanabilir.
Vali rüştiye hususundaki mütalaasında, okul olmayan kaza merkezlerine birer rüştiye kurulması için tahsisat verilmişse de çoğu kazada okul binası olmadığı gibi mevcut olanların içinde sadece Hasankale rüştiyesinden başka hiçbirinin okul olarak kabul edilemeyeceğini dile getirmektedir. Akabinde bu kazaların iktisadi durumunun taahhüt edilen okul binalarını yapmaya müsait olmadığını, gönderilen plana uyulmayıp sadece buraların zorunlu ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılacak okul binalarının kereste ve kireç fiyatlarının yüksek olmasından dolayı ancak elli bin kuruşa mal edilebileceğini bildirmektedir. Bu okulların hiçbirinde dârülmuallimînden mezun muallim bulunmadığı gibi birçoğunun öğretmeni de yoktur. Valinin tabiriyle Erzurum Vilâyeti’ndeki rüştiye mektepleri binasız ve muallimsiz bir hayali kurumdan başka bir şey değildir. Bunların rüştiye mektebi haline getirilebilmesi, idâdi mezunlarından veya mahallerince bulunacak muallimlerin tayini hakkında neticesiz uygulamaların terkiyle eğitimin muktedir ellere emanet edilmesine, eksiklikleriyle beraber binaların tamamlanmasına ve öğrenci sayısıyla muallim sayısı arasında bir makul oranın bulunmasına bağlıdır. Vali, sözü öğretmenlerin maaşına getirmekte ve çarpıcı örneklerle bu konudaki görüşünü açıklamaktadır. Biraz okuma yazması olan kişiler, 400 kuruşla polis, 500 kuruşla mahkeme mübaşiri tayin edilmekte ve bu kişilerde polislikten komiserliğe, mübaşirlikten kâtipliğe yükselme ümitleri vardır. Hâlbuki muallimlik mesleğinde bir yükselme ümidi bulunmadığından rüştiyede hakkıyla ders verecek bir öğretmenin özellikle hayat pahalılığıyla meşhur olan Erzurum’da yedi-sekiz yüz kuruş maaştan düşük bir maaşla çalıştırılamayacağı doğaldır. Neticede bu mesele çözülmedikçe eskisi gibi idare-i maslahattan öteye geçilemeyeceği de açıktır. İbtidâi muallimlerine oranla biraz daha yüksek olan rüştiye öğretmenlerinin maaşı da valinin tespit ettiği gibi hayat şartlarına göre düşük bir seviyedeydi. 1869 Maârif Nizamnâmesi’nde nispeten makul miktarlarda belirlenmiş olan rüştiye öğretmenlerinin maaşları, hemen hiçbir zaman uygulanmamıştır. Özellikle muallim-i evvellerin haricindekilerin aldığı maaşların geçim standardının altında tahakkuk ettiği görülmektedir.
Vali, okullar içerisinde en çok dikkate alınmaya değer olan ibtidâilerin kendi vilayetinde esasen mevcut olmadığına parmak basmaktadır. Gerçi ibtidâi mekteplerine ayrılan para ile Vilâyet Maârif İdaresi yüz kadar okul için tahsisat ayırmıştır. Ancak maaşın düşük olması yüzünden çoğu okula muallim bulunamadığı için tahsisat harcanamamış ve senesi sonunda tasarruf sütununa nakledilmekten başka bir sonuç elde edilememiştir. Henüz açılmış olarak kabul edilmemesi gereken bu yüz ibtidâi mektebine karşılık, Erzurum Vilâyeti’nde okula muhtaç 2800 köy vardır. Vali, “tükenmez bir servete sahip olup da bu köylerin hepsine okullar yapsak muallim bulamayacağımız için yine bir fayda elde edemeyeceğimiz doğaldır” dedikten sonra bu durumu, mektebi olmayan böyle bir vilayete ibtidâi tedrisâtına boşuna dört müfettiş tayin edilmesinden beklenen faydayı anlamaktan acizim sözüyle eleştirmektedir.
Vali mütalaasının son kısımlarında Erzurum Vilâyeti’nde inşa masraflarının en az yarısının hükümet tarafından karşılanması gerektiğini aksi takdirde sadece müfettişlerin nasihatleriyle köy halkına okul yaptırılamayacağı hususunu dile getirmektedir. Boş hayallere kapılmaksızın imkânlar ölçüsünde ama gerçek manada mektep açılmasını istemekte, “Devr-i sâbıkda maârif istatistik ve salnâmelerinde münderiç olan mekâtib gibi ismi var cismi yok şeyler olmasın” sözüyle de II. Abdülhamid dönemine gönderme yapmaktadır. Vali, ibtidâi mektepler için “ne kadar çok verilebilirse o derece çok paraya ihtiyaç vardır” şeklinde ifade etmekle, vilayetin bu husustaki ihtiyacının ne kadar büyük olduğunun altını çizmektedir. Daha sonra istek ve önerilerini sıralamaktadır. Her şeyden önce merkez dârülmuallimînin yatılıya dönüştürülmesini ve ibtidâi muallimliği maaşının en azından 300 kuruşa çıkarılmasını talep etmektedir. Son olarak kereste, kireç, çivi, usta yevmiyesi gibi nakit harcamalar devlet tarafından karşılandığı takdirde taş ve amele yevmiyesini üstlenen köylerde okul yaptırılmakla işe başlanmasını önermektedir.
Müfettişin ve valinin vilayetteki bina, öğretmen ve müfredat meseleleri hakkındaki görüşleri ile 1887’de genel eğitim sorunlarını müzakere etmek için toplanan Maârif Komisyonu’nun kararlarının neredeyse aynı olması ilginçtir. Ali Haydar Bey’in başkanlığında toplanan bu kurul, vilayetlerden gelen bilgileri de değerlendirerek taşra ilköğretimiyle ilgili on bir maddeden oluşan önemli kararlar almıştır. Ancak halen aynı sorunların yaşanması, bu kararların tam anlamıyla uygulanmadığının da açık bir göstergesidir.
Sonuç
Teftiş raporları ve valinin mütalaaları bize 1910’da Erzurum genelinde eğitimde büyük sorunların yaşandığını göstermektedir. Vilayette nüfusa oranla oldukça az miktarda okul bulunmaktadır. Bu okulların ise çoğu kendi binasından mahrum, gerek sıhhi şartlar gerekse araç gereç bakımından eğitim öğretime elverişsizdir. Özellikle kırsal bölgede okul neredeyse bulunmamaktadır. Binadan daha elzem mesele, öğretmen sıkıntısıdır. Şehir merkezleri dâhil birçok okulda öğrenci sayısına oranla öğretmen sayısı yetersizdir. Bununla birlikte mevcut öğretmenlerin çoğunun liyakatsiz olması eğitim kalitesini olumsuz etkileyen başlıca faktörler arasındadır. İlköğretim, darülmuallimin mezunu olmayan, öğretmenlik yapabilecek formasyona sahip olmayan, çok düşük maaşlarla çalıştırılan öğretmenlerle yürütülmektedir. Dolayısıyla öteden beri Osmanlı devlet adamlarının üzerinde durduğu modern eğitim programları da devreye sokulamamaktadır. Diğer yandan bölgenin zor coğrafi koşulları da ilkokul eğitimini menfi olarak etkilemektedir. Yolu olmayan ve öncelikle bayındırlık hizmetlerine ihtiyacı bulunan dağlık bölgelerde okul sayısı yok denecek kadar azdır. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa bağlı olan bölgede, fakirliğin de tesiriyle çocukların işgücünden faydalanılması, okulları sadece kış aylarında devam edilen kurumlar haline sokmuştur. Ayrıca devletin bilhassa ilkokul eğitimini halka yüklemesi olumsuz neticeler doğurmuştur. Yoksul olan bölge halkı, okul binalarının inşasını ve eğitim giderlerini karşılayamamıştır. Üstelik bu giderleri karşılamakta çekilen zorluklar, halkın eğitime karşı isteksiz olmasında etkili olmuştur. Bu isteksizlikte, eski müfredata bağlı eğitimin vilayette etkinliğini korumasının da payı vardır. Özellikle medrese eğitiminin yaygın olduğu bölgelerde halk, yeni müfredata sahip öğretime karşı mesafeli durmuştur. Her ne kadar 1860’lardan beri Osmanlı’da modern eğitim programları ve metotlarının uygulandığı ibtidailerin yaygınlaşmasına gayret edilmişse de bu teşebbüsün çok da başarılı olamadığı, Erzurum Vilâyeti örneğinde açıkça görülmektedir.
Bu sorunlara karşılık talepler de bellidir: öğretmen açığının kapatılmasına yönelik olarak dârülmuallimînlerin açılması ve yatılı hale getirilmesi; yeni ibtidai ve rüştiye okullarının tesisi ve mevcutlarının düzenlenmesi; öğretmen maaşlarının makul bir seviyeye yükseltilmesi ve tüm bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için de doğal olarak tahsisatın arttırılmasıdır. Zaten meselenin çözümü de burada düğümlenmektedir. Yeni hükümet ilk defa eğitim bütçesine ilkokul ödeneği koymakla ve sorunların tespiti ve çözümü için raporlar istemekle bu konuda bir atılım yapmak niyetinde olduğunu göstermiştir. Fakat devletin sadece Erzurum Vilâyeti’nin eğitim sorunlarının çözümlenebilmesi için gereken meblağı bile karşılayabilecek iktisadi güce sahip olmadığı da bir gerçektir. Kuşkusuz bu köklü sorunların çözümü için başta para olmak üzere kararlı bir eğitim siyasetine ve doğal olarak zamana ihtiyaç vardı. Ancak, İttihat ve Terakki idaresinde iç siyasi çekişmeler, mali sıkıntılar ve dış müdahalelerle artan Ermeni meselesi ve azınlıkların faaliyetleri gibi iç huzuru ve refahı engelleyen gelişmelerle beraber Balkan Savaşı ve ardından Birinci Dünya Savaşı yıkımlarının yaşanması, eğitim alanında yapılması hedeflenen tüm projeleri akamete uğratmıştır. Özellikle I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele esnasında Ermeni terörü ve Rus işgaliyle en ağır bedeli ödeyen Erzurum ve çevresinde eğitim öğretimle ilgili sorunlar daha da derinleşmiştir. Neticede 1910’da raporlarda belirlenmiş olan bölgenin eğitim sorunları, daha da büyüyerek Cumhuriyet’e devrolunmuştur.
Kaynak: Erzurum Vilayeti Maârif Teftişleri (1910), Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl: 8, Sayı:16
Mustafa GENÇOĞLU, Çankırı Karatekin Üniversitesi