Giriş
Çağın gereği, teknolojik yenileşme ve sanayileşmenin yanı sıra kültürel etkilenmelerden doğan kozmopolitlik, geleneksel sanatçıların yaşama şansını olumsuz etkilemekte ise de; bazı değerlerimiz bütün çanlılığı ile hayatiyetini korumaktadır. Bunlardan biri de Âşıklık geleneğidir. Bu gelenek, Türk milletinin tarihi kadar eskidir. İlk Türk Edebiyatı temsilcileri olan ozan-baksı şair tipinin ve bunların mensubu olduğu edebiyat geleneğinin Anadolu’daki tasavvufi cereyanlar ve tarikat edebiyatının da tesiri altında kalarak islami kaidelere uygun yeni bir terkip olduğu bu konudaki araştırmacıların tespitidir.
Âşığın ana uğraşısı şiir olduğuna göre öncelikle halk edebiyatı veya halk şiiri teriminden neyin anlaşıldığını açıklamaya çalışalım:
Son yüzyıldaki dil hareketlerinin ışığında ve biraz da Divan edebiyatına tepki sonucu öne çıkarılan bu terim, alınan ölçüye göre incelendiğinde birçok meseleyi de beraberinde getirmektedir.
Anonim ve ferdi verimleri bir bütün olarak düşündüğümüzde dilin her zaman sade Türkçe olmadığını görüyoruz. Zamanla bazı âşıkların dilinin Divan şairlerinin diline yaklaştığı görülmektedir. Yine, Divan edebiyatı kavram ve motiflerinin - şuurlu bir şekilde kullanma olmasa bile- âşıklar tarafından kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Hatta birçok âşığın şehir muhitinden çıktığı bilinmektedir.
Bu değişik özellikler yüzünden M.Fuad Köprülü, Anonim Halk edebiyatı ile Âşık edebiyatını birbirinden ayırmakta; Âşık edebiyatını ayrı bir gelenek olarak göstermekte ve bilhassa XVIII. Yüzyıldan sonra, Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı ve Tekke edebiyatı unsurlarının karışmasından meydana gelmiş karma bir ürün olduğunu ileri sürmektedir.2 Diğer araştırmacılardan Pertev Naili Boratav3, Hikmet Dizdaroğlu4 da aynı görüşü savunmuşlardır. Ancak, Âşık edebiyatını dil, işlenen temalar ve tercih edilen türler yönünden ele aldığımızda Halk edebiyatı içinde düşünmek daha mantıklı gelmektedir bizlere. Araştırmacıları böyle bir değerlendirmeye götüren sebep şöyle açıklanabilir: XVI. Yüzyılda başlayıp XVIII. Yüzyıla kadar da gelişmesini sürdüren Âşık edebiyatı, XIX. Yüzyılda yepyeni bir çehre ile karşımıza çıkar. Bu yüzyılda Divan şairleri, klasik anlayışın yanı sıra mahallileşmeyi de aradıkları gibi, âşıklar da Klasik edebiyatın câzibesine kapılarak, şiirde şekil ve muhteva değişikliğine yönelmişlerdir. Bu iki cereyanı birbirine yaklaştırmaya çalışan amillerin başında, şehirlerde çeşitli tarikatlara mensup tekkeler ve bunlarda yetişen mutasavvıflar gelmektedir. Böylece saz şairlerinde (âşıklarda) klasik musikiye ve klasik şiire hayranlık başlar. Saz şairlerinin “Kalem şâirleri” diye adlandırdıkları klasik şâirlerle bir rekabet meydana gelir. “Onların kalemle yazmada zorluk çektikleri aruz ölçülü şiirlerini biz, sözle ifade ederiz” der gibi bir tavır içine girerler.
Nitekim Şuara tezkireleri de âşıkları klasik şair statüsünde göstermiyorlar ve hatta küçük görüyorlardı.
O halde âşıklar, Halk şiiri geleneğini genişleterek ve Divan şiiri anlayışına yaklaştırarak devam ettirmişlerdir.
XIX. yüzyıl saz şairlerinden Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Dertli ve Everekli Seyrani’nin şiirlerini incelediğimizde; kelime ve hayal itibariyle klasik şiire her ne kadar yakınsalar da, bu şiirleri Klasik edebiyat ürünleri olarak değerlendirmek biraz fazla hoşgörüyü gerektirir.
Halk şiiri geleneği hakkında yukarda belirttiğimiz tereddütlerin yanı sıra şekil ve tür meselesinde de değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bilindiği gibi şekil; vezin, kafiye, mısra kümelenişi gibi unsurları içerir ve daha çok dış özellikleri yansıtır. Bu özellikler, şiire ahenk, güzellik ve bütünlük sağlar. Kültür ve medeniyet değişmelerinin getirdiği kesintiler ve yeni anlayışların doğurduğu karışıklık, Türk Halk şiirinde bazı tereddütlerin doğmasına sebep olmuştur.
İslamiyet öncesi Türklerde konuşma dili-yazı dili ayrılığı olmadığı için, nazım şekilleriyle ve kopuzla meydana getirilen millî terennümler herkes tarafından anlaşılıyordu. İslam medeniyetine girişimizde yazı dili-konuşma dili ayrılığı baş göstermeye başladı. Bir taraftan göçler, diğer taraftan yeni medeniyetler, asıl unsurların zayıflamasına hatta unutulmasına sebep oldu. Bu geçiş dönemi çalkantıları şiirde şeklin sabitleşmesine engel teşkil etti, seçkinler arasında Acem taklitçiliği de bunun tuzu biberi oldu.
Şekil konusunda ilk problem nazım biriminin ne olduğudur. M.Fuad Köprülü, ilk nazım şekillerinden de örnekler vererek Türk halk şiirinde nazım biriminin -bazı istisnalar hariç- dörtlük olduğunu5 Ata Terzibaşı, atasözlerini de işin içine katarak iki mısralı ve kafiyeli atasözlerinin birim fikrini verebileceği görüşünde olduğunu ve Ahmet Talat’ın aynı görüşü paylaştığını6, Rıza Nur, tek mısralık müfretler ve üç mısralık örneklerden hareket ederek nazım biriminin mısra olduğunu7 ileri sürmektedirler.
Bazı münferit örnekleri bir kenara bırakıp durumu genel olarak değerlendirdiğimizde, Köprülünün görüşünde birleşmek gerektiği kanaatindeyiz.
Günümüz halk şiirindeki şekiller ezgi (nağme) ye bağlı olarak değişmektedir. Çünkü değişmeyen katı şekiller hemen hemen yok gibidir. Nitekim halk şiirlerinden “Mâni, Koşma, Türkü, Türkmani, Varsağı vb.” Arasındaki fark, şekilden ziyade bestelerine aittir. Bunlardan mesela Türkü Türklerin, Türkmani Türkmenlerin, Varsağı Varsakların özel besteleriyle söylenen parçalardır; yoksa edebi şekil olarak bütün bunların dörtlüklerden yani mâni dediğimiz dört mısralık parçaların birbirine eklenmesinden meydana geldiği pek açıktır.
Halk şiirimizde tür adı aynı zamanda şekil adı olarak da kullanılmaktadır. Nitekim Hikmet İlaydın şekilden ziyade tür adını kullanmakta ve görüşünü şöyle özetlemektedir:
“ Halk edebiyatında nazım şekillerinin sayısı pek azdır ve birçok türler, ufak tefek farklarla aynı nazım şekli içinde ifade edilmişlerdir.”
İlaydın, türleri şekillerden ziyade konuları ele alışlarıyla (edalarıyla), bir de besteleriyle ayırmak gerektiğini söylüyor.O’na göre, çoğu beste ile söylenen halk şiirlerinde -ağır bestelerin tesiriyle- vezinler değişiyor, ezgiye göre yeni ilavelerle mısraların genişleyip zenginleştiği sık sık görülüyor.
İsmail Habib Sevük10, Ahmet Talat Onay11, R.Rahmeti Arat12, Hikmet Dizdaroğlu13, sözle müziğin halk şiirinde birbirinden ayrılamıyacağını söylemektedirler. Ancak, Pertev Naili Boratav14, Cem Dilçin15, şekli ne olursa olsun konu bakımından benzerlerinden ayrılanlar “tür” adı altında toplandıklarını ileri sürmüşlerdir.
Neticede, halk şirindeki türlerin beste ve ezgi ile sıkı bağlantısı olduğunda kaynaklar birleşmektedir. Cönklerde koşma, semai, destan, türkü başlıklarını taşıyan parçalar, sınırları kesinlikle belirlenmiş, kesin anlamlı, düzenleri belli nazım şekilleri sanılmamalıdır. Divan şiirinde gazel, mesnevi, rubai, müstezad gibi nazım şekilleri değişmez kurallara bağlıdır ve Divan şairi bu kurallara uymak zorundadır. Halk şiirinde ise böyle bir durum sözkonusu değildir. Âşıklar (Saz şairleri) için önemli olan bir örneğe uygun deyişler söylemek değil, irticalin gerektirdiği hava içinde duygularını hiçbir kurala bağlı kalmaksızın dile getirmektir. Cönklerde koşma, destan, türkü, türkmani, varsağı diye adlandırılan parçalar, her zaman aynı yapıda ve biçimde değildir. Sözgelimi yedi heceli bir parçaya koşma, sekiz heceli bir parçaya da türkü denildiği görülür.
Yukarda ana çizgileriyle belirtmeye çalıştığımız halk şiirini şimdi de Âşık Canımoğlu’nun kültür birikimiyle vermeye çalışalım:
Toplumun antikorları diye adlandırdığımız âşıklar, başta güzel Türkçemizi, ana sütü gibi tertemiz yaşattıkları; ruh coşkunluğumuzu, sevgi bağlarımızı, geleneksel dünyamızı, hazır cevaplılığımızı, dürüstlüğümüzü, insani görevlerimizi, ahlaki olgunluğumuzu sanatlarıyla geniş kitlelere yansıttıkları için soylu kişilerdir.
Bugün bunlardan birini, Âşık Canımoğlu’nu deyişlerinden hareket ederek anlatmaya çalışacağız.
Hem yaşadığı köy/kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy/kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir.
Kendisiyle ilk karşılaştığımda (1982) söylediği koşma’nın son dörtlüğü şöyleydi:
Canımoğlu yalan çıkmaz dilimden,
Bülbül oldum haber gelmez gülümden,
Doktor Haşan Koksal tuttu elimden,
Küt iken yürüdüm kocalıkta ben.
Evet, elinden tuttum ve O’nun şiirlerinin bir bölümünü içeren “İpekhan” isimli kitabı hazırladım (1986). İkinci şiir kitabı -ki onu da bir yarışma için hazırlamıştım- “Destegül” ün yayımlanmasını çok istedi, ancak bastırmak için bir destek bulunamadı.
Âşık (Seyfullah Durmaz), köyünde 1952 yılında yapılan ilkokulun ilk öğrencilerindendir. On yaşlarında okula başlar, üçüncü sınıfta iken okulu terkeder. 1960 yılı Haziran ayında köyün yaylasında aynı yaştaşlarıyla eğlenirken bir ara guruptan ayrılır ve bir çam ağacının altında uyuya kalır. Düşünde gördüğünü kendi ifadelerinden dinleyelim:
Rüyamda; tek katlı bir bina ve yan tarafından asfalt geçmekte, ön kısmında taştan yapılmış bir çeşme gördüm. Bu çeşmeden su içmeye eğildiğimde, beyaz sakallı ve takriben yetmiş yaşın üzerinde olan bir ihtiyar karşıma dikildi. Korktum ve su içemedim, ihtiyar bana:’Yavrum beni tanıyor musun?’ dedi. Ben, tanımadığımı söyledim. 0:’Ben senin gönül yakınlığı duyduğun Yunus Emre’yim... Şimdi gidiyorum, buraya bir kişi gelecek, onunla konuş, görüş...’ dedi ve kayboldu. Sonra çeşme başında güzel bir kız belirdi. Birbirimize bir şey söylemeden uzun süre bakıştık... Ben bu kızın güzelliğine hayran oldum. Kız banaı’Beni tanıyacak ve seveceksin... Benden bir arzun var mı?’ dedi ve koynundan bir mendil çıkarıp iki ucundan tutarak gösterdi. Mendile dikkatlice baktığımda, üzerinde ‘İpekhan’ yazılıydı. O’nunla iki kelime konuşamadan, yaylaya gittiğimiz arkadaşlar uyandırdılar. Ben bu hayal ile gerçek arasında bocalarken, arkadaşlarım benim bu halime taaccüp gösterip halimi sordular, ama benden ses çıkmıyor... Arkadaşların bir kısmı da mahalli çalgı tulum eşliğinde horon tepiyorlardı. Benim de kalkıp oynamamı istediler, ama bende kalkacak güç yoktu... Onlara:’Oturun, derdimi anlatayım’ dedim ve şu koşmayı dillendirdim:
Bir güzel seyrettim çeşme başında,
Çeşmeyi bağlamış yosun güzeller,
Tahmin gerek ondört-onbeş yaşında,
Mevla'yı seversez susun güzeller.
Aklım bir hoş oldu, gözüm görürken,
Yüzbin naz eyledi yolda gelirken,
Mendili kirlendi isim verirken,
Alamadım verim yosun güzeller.
Yaylada gezmeye kendiz suçluyduz,
Elin bülbülüne güller beslediz,
Bir kelime danışmadan seslediz,
Ağzınıda dil lal olsun güzeller.
Benzemiyor yayladaki kızlara,
Doymadım bakma ile gözlere,
İsmini İpekhan dedi bizlere,
İki kez işittim sesin güzeller.
Dört yan duman oldu nere savuşam,
Derdim ile gece-gündüz boğuşam,
Zannetmem ki bu güzele kavuşam,
Ölene dek tutam yasın güzeller,
Korkarım engeller benden feritir,
Zaman geçer, çifte gülü kurutur,
İflah etmez bu dert beni eritir,
Vurun Canımoğlu ölsün güzeller."
Âşıklık geleneğinde rüya motifi oldukça yaygındır. Rüya, bir kimsenin uyku sırasında zihninden geçen hayal dizisi olarak tarif edilmektedir.
Âşıklarımızın hayatım anlatan türkülü halk hikâyelerimizin çoğu, bir düş motifi zinciri ile başlar.16XVI. yüzyıldan bu yana yazıya geçirilen Âşık hikâyelerinde tespit edilen bu kopleks rüya motifi bugün yaşayan âşıklar arasında hâlâ görülmekte ve inanılmaktadır. Âşık edebiyatının temsilcileri için rüya motifi bir hareket ve başlangıç noktasıdır.
Âşık edebiyatının temsilcileri bu rüya motifi ile sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçmektedirler. Bu kişilik değiştirmede kolektif şuuraltının yardımı ile kültür örneği rüyalar ortaya çıkmaktadır.
İşte sade bir kişilikten sanatçı bir kişiliğe geçen örneklerden biri de Canımoğlu’dur. Belli bir usta- çırak eğitiminden geçmemiş, sadece eski yazı ile yazılmış halk kitaplarının der-kenarlarında yazılı Yunus Emre’ye ait ilahileri okuyarak şiir söyleme yeteneği kazanmış bir kişi ile karşılaşmış olmak beni hayretler içinde bıraktı. Ondan sonra da O’nun yakasını bir daha bırakmadım.
Canımoğlu’nun şiirleri şekil olarak düz koşma tarzında olup (aaab/cccb/dddb ...) kafiye düzeni içinde karşımıza çıkan deyişlerdir. Bu şiirleri tür olarak ele alıp incelediğimizde didaktik konular ağırlık kazanmakta, ikinci sırayı yergi almaktadır. Bunların yanı sıra güzellemeler, ağıtlar, koçaklamalar, muammalar âşığın repertuarını oluşturuyor.
Şimdi âşığın şiirlerinden hareketle O’nu tanımaya çalışalım:
Lirik Şiirleri
Âşık deyince akla ilk gelen kavram “lirizm” dir. Canımoğlu’nun şiirlerindeki lirizm, dört gurupta incelenebilir. Bunlar: aşk duygusu, gurbet duygusu, dini duygular ve tabiat duygusudur
Aşk duygusu: Edebiyatın, bu arada şiirin, en başta gelen konusu aşktır. Zaten edebiyat kavramı, insanlığın en yaygın ve köklü duygusu olan aşktan doğmuştur. Diğer beşeri duygular gibi, aşk ifade edilmek, anlatılmak istenmiş; şiir ve edebiyat bu ihtiyacın karşılanmasında bir vasıta olmuştur. Edebiyatı edebiyat yapan bu duygudur.
Aşk öyle bir duygudur ki içinde birbirinden farklı duygu guruplarını toplar. Bu duygu içinde en coşkun kavuşma heyecanları; en hazin ayrılık duyguları ve en karanlık melankolik duygular yer alır.
Ana kafiyesi “cinaslı” olan şu koşma, Canımoğlu’nun kara sevda (melankoli)’ya yakalandığının bir belirtisidir:
Ne bu tasa ne bu merak,
Cebim delik yollar ırak,
Dış kapıyı açık bırak,
Gelecem yâr sine sine...
Âşık maşuğunu güder,
Daldalarda kaş göz eder,
Düğüne bayrama gider,
El değmesin sinesine...
Canımoğlu boşum dolsam,
Ne isterim dostu bulsam,
Oyalı bir tülbent olsam,
Dolasa yâr sinesine....
Bu şiirdeki imajlar, Canımoğlu’nun “aşk” karşısındaki tavrını ve duygularını ifade eden imajlardır. “Oyalı bir tülbent olsam/ Dolasa yâr sinesine.” Bu ifade yerine “o güzelin gerdanından bir kerecik öpsem...” de diyebilirdi. İşte şiirde “imaj” dediğimiz nokta da budur.
Aşk konusunda dürüstlüğü ve içtenliğini ortaya koyan Canımoğlu, sevdiğinden bu karşılığı göremeyince de ona sitem etmekten geri durmaz:
Gel vefasız ne bu karaz,
Yarı benden yarı senden,
Saçlarıma düştü beyaz,
Yarı benden yarı senden...
Bağım var bülbül ötmüyor,
Elim hiç işe gitmiyor,
Hanemde tütün tütmüyor,
Yarı benden yarı senden...
......................................
Halk şiirinde, her şeyden alınan, her şeye darılan bir sevgili tipi vardır. O, nazlı, mağrur ve vefasızdır. Canımoğlu’nda da bu sevgili, kendisine âşık olanı arkasından koşturmaktan hoşlanır görünmektedir:
Ben sana neyledim zülfü siyahım,
Gelmiyorsan beni mecnun eyledin,
Nedir benim suçum, nedir günahım?
Gelmiyorsun beni mecnun eyledin.
Âşık Canımoğlu bağlar bozuktur,
Cebimde lokum var sana azıktır,
Çok fazla naz etme bana yazıktır,
Gelmiyorsun beni mecnun eyledin.
........................................................
İkinci dörtlüğün ilk mısrasında “Bağların bozuk olması” düşüncesi, sevgiliye üzümün, tatlının yokluğunu hatırlatabilir endişesiyle ikinci mısradaki “Cebimde lokum var sana azıktır” ifadesi sıradan söylenmiş sözler değildir.
Gurbet duygusu: Âşk duygusunun en göze görünür kınularından biri, hatta birincisi ayrılıktır. Mutluluk içinde, zamanın nasıl geçtiğine dikkat edilmeden yaşanan günler, bir an gelir ayrılıkla sona erer. O zaman âşıkla mâşuk yaşadıkları hayali âlemin yüksekliklerinden hakikatin karanlığı içerisine düşerler. Bu olay, şiir ve edebiyatın -öteden beri - en hissi bir temi olagelmiştir.
Ayrılıklar, hakiki aşkları çekilmez derecelere götürür; hiç değilse kalbin derinliklerinde, geçmi.şten küllenmiş bir kor parçası ışıldar. Bu öyle bir kordur ki, her zaman alevlenmeye, ruhu yeniden yakmaya hezırdır. Kalbi değil, sadece bir göz aşinalığı kabilinden olan ilgiler ise, ayrılığın karanlığı içerisinde söner gider:
Coştu deli gönül çalar söylerim,
Gurbet ellerinde olduğumdandır,
Kırk beşinden sonra yari neylerim,
Açılan gülleri solduğundandır.
Çiftçi oldum köyde bire üç verdi,
İstekler çoğaldı bitmyorlardı,
Canımoğlu gurbet en büyük derdi,
Elin kapısında kaldığındandır.
Canımoğlu’nun ömrü, gurbet (ayrılık) duygusu içinde geçmiştir. Evlidir, çoluk-çocuğa kavuşmuştur ancak gönlünü kaptırdığı hayali bir sevgili olan “İpekhan” peşinde koşmaktadır. O hep, “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” duygusuyla ömrünü geçirmiştir:
Düşte bir yar sevdim onbeş yaşında,
Yedi yıldır dolaşırım peşinde,
Hazırlık yaparken sofra başında,
Kalem kaş altından göz eden mi var...
Bu dörtlükte de belirttiği gibi, hayalinde canlandırdığı sevgili; cilvesiyle, oynaklığı ile âfet birisi. Böyle birini elde edemeyen âşık için dünya tahammül edilmez bir ıstırap yeridir. Çünkü talih devamlı şahsın aleyhine çalışır ve mutsuzluk zincirine her gün bir yenisi eklenir. Böyle bir psikoloji altında, âşık kendi ruh halini çevresindeki objelere de yansıtır, onları da kendisi gibi terkedilmiş görür:
Hane hicret etmiş tütün tütmemiş,
Üşüyen güllere ısı gitmemiş,
Kara kış da hiç merhamet etmemiş,
Yetim gibi boynun asmış çiçekler.
Gurbet duygusu garip gönüllerde yer alır. Garip, yabancı bir diyarda, aşinasız bir hayatın verdiği elemlerle hastadır; içinde daimi bir hasret yanar ki bu “daüssıla” dediğimiz, doğup büyüdüğü memlekete ve yakınlarına karşı duyduğu özleyiştir. Ancak Canımoğlu, köyüne dönmüş olsa da bu özlem duygusunu bir türlü bastıramaz. Zira onun içindeki özlem melankoliye dönmüş aşkıdır. Melankolik duygular taşıyan kimse, her şeyi ruhu gibi hasta, karanlık ve tesellisiz görür. Âşık, kendisinin isteyip de bulamadığı bu güzelin başkaları ile düşüp kalktığını da düşündükçe, yarasına neşter çalınır:
Âşık Canımoğlu yar seni üzer,
Korkarım kötüler bir hile düzer,
Düğünde bayramda el giyer gezer,
Ben kara bağlarım gönlüm yalınız.
Dini duygular: Kalpte, sağlam bir yeri olan duygulardan biri de din duygusudur, inanan kimse, mâbuduna gönlünün bütün samimiyeti ile bağlıdır. Bu bağlanış çok defa hasretli bir aşk ile birleşerek Allah, her an kavuşulmak istenen bir sevgili hükmüne girer. Fakat bu öyle bir sevgilidir ki aklın alamayacağı meselelerin izahı O’nun varlığı ile ancak mümkün olabilir; yani bu sevgi, O’nun azameti ve kudretinin verdiği korku hissi ile karışmış, meczedilmiş bir haldedir.
İnanç, tıpkı aşkta olduğu gibi menşei meçhul görünen ateşli bir his, bütün hayatı boyunca, bir gönlü doldurur.
Canımoğlu'nda din duygusu çok derin değildir. İslam dinine yürekten inanmakla birlikte, ibadette eksiktir. O:
Ruhlar urûç edip arşa gidende,
Hiçbir şey var olmamıştı bedende,
Elestü bezminde sual edende,
“Rabbim Allah” diyen dil bende idi.
Derken ruhların yaratıldığı meclisten ve dolayısiyle tasavvuftan -kulak dolgunluğuyla da olsa- haberdardır.
Âşık Canımoğlu’nda mutasavvuf bir halk şairinin söylediği derin anlamlı felsefi deyişleri bulmak elbette mümkün değildir. Ancak, âşıkların hem kulakları hem de kalp gözleri açık olduğu için duyduklarını, hissettiklerini şiire dökmede ustadırlar:
Resul’den Âdem’e alınmış maya,
Âdem de buğdaya yürümüş yaya,
İmtihan olmaya geldik bu dünyaya,
Yüce Yaradan’ın emrine bak!
Burada İslami bir kıssaya işaret olduğu gibi, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu, gafil davranmayıp Yaradan’ın emirlerine uygun yaşamak gerektiği de belirtiliyor. Yaradılış felsefesinde; her şeyden önce Nur-u Muhammedi yaratıldığı, daha sonra anasır-ı erba (toprak, hava, su, ateş), onu takiben mevalid-i selase (hayvan, bitki, maden) ve en son olarak insanın yaratılmış olmasına bağlı olarak Âdem’in mayasının Resul’den geldiğine işaret vardır.
O, bu dünyayı bir “han” a benzeterek; bir nevi konup-göçme yeri olduğunu hatırlatmakta ve hazırlıklı olmak gerektiğini de öğütlemektedir:
Elüstü bezminden bir sual aldık,
Mevla ilham verdi ummana daldık,
Ananın rahminde dokuz ay kaldık,
Vakit doldu biz bu hana kavuştuk,
......................................................
Eğer avcı isen avını gözet,
Gücün yettiğince giyindir bezet,
Âşık Canımoğlu kendini düzelt,
Son giydiğin bezdir hazırlığa bak.
Öğüt (Didaktik) Şiirleri
Halk eğitiminde geleneksel olarak en önemli fonksiyonu, kuşaklar arasındaki gözlem ve tecrübelerden arta kalan tortular görmektedir. Bu tortular nesiller arasında çeşitli şekiller kullanılarak aktarılmaktadır. Sözlü gelenekte, başta Atasözleri ve Kıssalar olmak üzere tek cümleden uzun bir şiire kadar değişik vasıtalarla sözünü ettiğimiz tortular, pedagojik amaca uygun olarak kullanılmaktadır.
Gözlem, didaktik halk şiiri için en önemli çıkış noktasıdır. Bu durum sanatkarane bir üslupla etkin öğüt haline dönüştürülür:
Boşa laklak etme kahvede handa,
Binbir hüner vardır beşer insanda,
Eğer doktor isen fani cihanda
Dil ile ok atıp yarayı bozma.
Burada, boşa konuşmanın anlamsızlığını, güzel, faydalı işlerin peşinde koşmak gerektiğini, başkalarını incitecek konuşmalardan sakınılması gerektiğini öğütlüyor.
Türk halk şiirinde bazı Atasözlerinin kuvvetli mısraları zamanla kalıplaşarak şiirin çatısını oluşturduğuna şahit oluruz. Bu da bize, halk edebiyatında türlerin birbirleri ile nasıl içiçe bulunduğunu göstermektedir:
Dere yatağında yer sel alır,
Koca isen genç kız alma el alır,
Can bedenden çıkar sırra yol alır,
Hocanın elinde ceset yu kaldı.
Sağlığında hizmet eyle vatana,
Çok şeyler borçlusun şehit yatana,
Bir haft öğrettinse kalem tutana,
Kapanmaz defterin işte o kaldı.
...........................................................
Kendini beğenmişlere, kaba davranışlara, merhametsizlere de Canımoğlu’nun diyecekleri var:
Padişah bağışlar rahmeti çoktur,
Kalpteki yarayı kâmile baktır,
Gönül havalanmış ben gibi yoktur,
Sellerin oyduğu şu dereye bak.
İster gencecik ol ister isen pir,
Orak gibi olma, doğru yola gir,
Bu dünya bir handır sen de misafir,
Kapısız hanede pencereye bak.
Âşığın okuyamamış olması, fakirlik çekmesine bir de çevredeki insanların gönül kırıcı sözleri eklenince böyle karamsar bir tablo ortaya çıkıyor.
Batıl inançlara saplanıp miskince bir yaşayış içine girme, toplumu her zaman geriye götürmüştür. Canımoğlu’nun bu tiplere de bir mesajı vardır:
Nasihatım olsun beşer âliye,
Pazarın işini koyma salıya,
Derde şifa diye kuru çalıya,
Gidip çul bağlayan delidir.
Yergi Şiirleri
Canımoğlu’nun yergi şiirlerinde hedef, kurumlardır. O’nun kişilerle pek problemi yoktur, nedenle oklarını çoğunlukla kurumlardan ve kayırmacı zihniyetlerden yana çevirmiştir:
Ben felekten bir mimarlık istedim,
Planın yok Canımoğlu geri dön...
Bir iş tutup hayat sürmek istedim,
Yalanın yok Canımoğlu geri dön...
Canım feda olsun elden tutana,
Bu tohumu bize eken utana,
İstedim ki hizmet edem vatana,
Bilenin yok Canımoğlu geri dön...
Bir tarihte GAP projesine karşılık Doğu Anadolu'da sekiz ili kapsayan DAP projesi hazırlanıp TBMM alt komisyonlara sevkedilmişti. Bu çorbada, İzmir Erzurumlular Kültür ve Dayanışma Vakfı olarak bizim de tuzumuz vardı (1990). O teklif öylece yarım kaldı, işte âşığımız Canımoğlu, Devletin yatırımlar ve yardımlar konusundaki tutumunu şöyle yermektedir:
Benim gönlümdeki hayali niyet,
Bazen kucak kucak, bazen de demet,
Harran ovasını sulayan Devlet,
Bir damla da bize damla ne olur?
Perde arkasında olanı gören,
Meydanda ateşe tel örgü ören,
Futbol siporuna milyarlar veren,
Bir damla da saza damla ne olur?
Beş Nisan Paketi adlı tedbirler paketine de Canımoğlu’nun bir eleştirisi var:
Baba fakir, ana fakir oğul aç,
Ambardaki hasılatı kim yedi?
Ağayı köleye ettiniz muhtaç,
Ambardaki hâsılatı kimk yedi?
Beşikteki alışıyor talana,
Avanak diyorlar doğru olana,
A'dan Z'ye herkes çalan çalana,
Ambardaki hâsılatı kim yedi?
..................................
Canımoğlu deyişlerinde, dıştan gelen ideolojilere kapılarak kendilerini ve asıllarını unutan kişilere de yergi yollu seslenmiştir:
Ben horozum diye tarına gitmiş,
Biber yedirmişler akılsız ötmüş,
Fatih’ini, Atatürk’ü unutmuş,
Lelin’i Mao’yu tutar eloğlu.
Âşıklar, genelde çok aceleci ve hassas olurlar, hazırladığım halde beni de tatlı-sert eleştirmiştir:
Ben yârime kavuşurum,
Hocam işini yavaş tutar,
Dar boğazdan savuşurum,
Hocam işi yavaş tutar.
Mavizerim atılmıyor,
Sadık sözüm satılmıyor,
Mücevherim satılmıyor,
Hocam işi yavaş tutar.
..........................................
O, şiirlerinin pek çoğunda, şahsi fikirler ve duygular içinde görünürse de aslında O’nu derinden sarsan temel faktör, kendi dünyası ve tasavvuru ile gördüğü gerçekler arasındaki tezatlardır. Hastahanede yattığı günlerdeki gözlemleri -o dönem yöneticilerinin hoşuna gitmese de- sosyal gerçeklerdir:
Aksu köylüm gördüklerin düş değil,
Üç zeytin verirler vallah beş değil,
Ölüm orucundan başka iş değil,
Günlük yemek listesine maşallah!
Canımoğlu hep bir arayış içinde olmuştur. İstanbul, İzmir, Ankara durmadan gezmiş ve çalışmak için çalmadığı kapı bırakmamıştır.
“Boz eşeğin kuyruğundan tuta tuta usandım.” diyen âşık, 1996 senesi Nisan ayında Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in makamına varır; olumsuz bir cevap alınca da şu koşmayı düzenler:
...................................................
Melih Gökçek ilgi çoktur demişler,
Yaranı bilene baktır demişler,
Söz misali hata yoktur demişler,
Ben deve zannettim serçe kuş çıktı.
........................................................
Âşık’ın, varı-yoğu bir ineği vardır, o da hastalanır. Belediye veterinerine baş vurur, reçete düzenlenir. İlaç yüz on bin liradır... Bunu alacak güçte değildir,Ucuz-pahalı demeyip ineği satar. Veterinere yazdığı sitem dolu koşmasından bir bölüm şöyledir:
Dinle tabip dinle derde dert kattım,
Benm gibi iş baraşan gördün mü?
İlaç alamadım ineği sattım,
Benim gibi iş başaran gördün mü?
......................................................
Aşık Canımoğlu dert katar katar,
Doğruyu söylesem eğriye batar,
İlacı alamaz ineği satar,
Benim gibi iş başaran gördün mü?
Ağıtları
“Ağıt yakma” geleneği âşıklarda eskiden beri süregelen bir âdettir. Orhun Kitabeleri’nde zikredilen “yuğ” ayinlerinde “yuğcu” ve “sığıtçı”ların söyledikleri “sagu”ya bugün; Uygur Türklerinde “mersiye koşukları”, Karaçay Malkar Türklerinde “küv”, Azeri Türklerinde “ağı, tavşa”, Nogay Türklerinde “bozlavv”, Özbek Türklerinde “matemname”, Kazak ve Kırgız Türklerinde “coktav", Kırım Tatarlarında “tagmag”, Kerkük Türklerinde “sazlamag” adı verildiği gibi Anadolu Türklerinde de “ağıt yakma”,”sağu sağma”, “sayma”, “ağlatma”, “ölü deşeti” olarak adlandırılmaktadır.
Ağıtlar için en yaygın olanları ölen kişilere söylenenlerdir. Canımoğlu, İstanbul’da gurbette iken köyüne döndüğünde iki yaşındaki oğlunu can çekişir bir halde bulur. Kısa bir müddet sonra çocuk ölür. Bu yetmiyormuş gibi mahallede büyük bir yangın o an çıkar ve bir tek ev kurtarılamaz. Çocuğun cenazesi bir gün sonra defnedilir. Âşığın bu kara tablo karşısında yaktığı ağıtın iki dörtlüğü şöyledir:
Kime şikat edem ben bu derdimi,
Gül yüzlü yavruma doyamadım ben;
Babam geler diye rüya gördü mü?
Ağzına bir lokma koyamadım ben!
Şükür geldik dar gününe yetiştik,
Yavru gitti koyun gibi meleştik,
İki yıldır gurbet elde dolaştık,
Alıp kucağıma doyamadım ben!
İspir’de, halk arasında, Çoruh nehri denilince “Kanlı Çoruh” yakıştırmasıyla anlam bulur. Aslında Çoruh (= Kızıl akan su) sözünü karşılamaktadır. 1986 senesi Mayıs ayında ispirlinin unutamıyacağı, güzide evladı Ömer Tokat, Aksu deresi ile Çoruh’un kavuştuğu noktada suya kapılır. Âşık Canımoğlu da bu üzücü ölüm arkasından ağıdını yakar. Bu ağıttan üç bent aktarıyorum:
Aksu'da bir kara haber var derler,
Nehir coşmuş gider ne yapsın erler,
Hacı'nın Ömer'i su almış derler,
Arayın komşular bulana kadar,
Ömer'den bi haber alana kadar.
Arife gününde bayram sabaha,
Dinamo kurarmış büyük ırmağa,
Ceryan üretip de versin konağa,
Arayın komşular bulana kadar,
Ömer'den bi haber alana kadar.
......................................................
Hacı Maksut, Erdem bulmuş cesedi,
Zalim Çoruh vurmuş morarmış eti,
Savcı, hakım, ikna eder milleti,
Arayın komşular bulana kadar,
Ömer'den bi haber alana kadar.
Jandarma Genel Komutanı Orgenaral Eşref Bitlis ve diğer silah arkadaşlarının 20 Şubat 1993 günü bindikleri uçağın havada yanması sonucu şehit olmaları, Canımoğlu’nun şiirinde şöyle ağıtlaştırılmıştır:
............................................................
Hangi sebep bu kazaya yol açtı?
Şiiri yazarken dilim dolaştı...
Beş kumdandan şehadete ulaştı,
Hey koca Türkiye başın sağolsun...
Kürk olsa, kim giyer işlenen suçu,
Uçak parçalanmış yanıyor içi,
Eşref Bitlis Paşa yükledi göçü,
Yüce Türk ordusu başın sağolsun...
Aşıkların devlet büyüklerinin ölümü karşısında duydukları üzüntü de ağıtlarda dile getirilmiştir. 17 Nisan 1993 günü Allah’ın rahmetine kavuşan Cumhur Başkanı Turgut Özal için Canımoğlu’nun yaktığı ağıt şöyledir:
Çok çalıştı tren otursun raya,
Siyaset dediğin en büyük kaya,
Barış arıyordu bütün dünyaya,
Korkarım ki nazar değdi Özal'a.
.....................................................
Âşık Canımoğlu çaldık söyledik,
Deryadan bir damla gönül eğledik,
Adnan Menderes'e komşu eyledik,
Eşi, dostu kara giydi Özal'a.
................................................
PKK teröristleri tarafından 1 Mayıs 1992’de şehit edilen köylüsü Mustafa Güler için de Canımoğlu’nun bir ağıdı var:
PKK, ya zalim ya da saralı,
Mustafa dediğin dağlar maralı,
Kaleşkof taramış kalbi yaralı,
Ecel şerbeti içen Mustafa,
Vatan içn candan geçen Mustafa.
.................................................
Mustafa yetişmiş tam yirmi çağa,
Şehit diye ordu sarmış bayrağa,
Gece on ikide verdik toprağa,
Ecel şerbetini içen Mustafa,
Vatan için candan geçen Mustafa.
.......................................................
Âşığın, atışma, muamma çözme, gülmece (destan), nazire yazma... gibi türlerde şiirleri mevcuttur. Bir bildiri bünyesinde ancak bir kısım deyişlerine yer verebildik. Ölmeden önce yazıp bana gönderdiği şu şiiriyle yazımızı noktalayalım:
Gemi bekler iskeleye varanlar,
Gelsin sadık dostlar bizi soranlar,
Sela verin duysun yekûn yaranlar,
Âşığınız bugün sustu gidiyor.
Vücut üryan olur çıkar elbise,
İster sakallı ol istersen köse,
Varlığın bıraktı bir kaç varise,
Sazını duvara astı gidiyor..
Konuk köşkü hiç kimseye kalmıyor,
Azrail emirsiz canlar almıyor,
Yalan dünya kul kusursuz olmuyor,
Belki nahoş belki mesti gidiyor.
insan dedikleri daldaki yaprak,
Bazı akşam düşer, bazı da sabah,
Âdemi doyuran bir avuç toprak,
Onu da bağrına bastı gidiyor.
Azrail herkesin kapusun çalmış,
Acaba boş dünya kimlere kalmış,
Âşık Canımoğlu bir kefen almış,
Ne semaver ne de testi gidiyor.
Sonuçta O, insanlığın yakalamak istediği ve muhtaç olduğu aydın görüşü, sosyal dayanışmayı, dürüstlüğü, sevgi ışığını hasta bünyesine rağmen şiire dönüştürüp kültürümüze armağan etmiştir.
Kaynak: İspir - Pazaryolu Tarih, Kültür ve Ekonomi Sempozyumu, 26-28 Haziran 2008 İspir
Hasan KÖKSAL, Girne Amerikan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili Bölümü, Kıbrıs